Tokyo’da


Serdar Baysan

“İnsan Vakası”
Altı ay oldu Tokyo’ya geleli, böylesi tuhaf bir günüm olmamıştı. Her şey sabahki intiharla başladı. Yine birileri benim kullandığım tren hattında kendini raylara atmış. Sabah istasyona geldiğimde anonslar ve tabelalar bir “insan vakası” yaşandığını ve gecikme olabileceğini söylüyordu. Daha önce denk gelmiştim ama yirmi dakika süren yolun bu sefer bir saate uzayacağını tahmin etmezdim.
Burada trenler depremde, tayfunda, tsunamide değil bir tek intiharlarda gecikiyor. Tren şirketleri de bu istinai gecikmelerin tazminatını merhumun yakınlarına ödetiyor. Japonya ekonomik büyüklükte olduğu gibi intihar oranında da dünya ikincisi. Tren de en popüler intihar araçlarından. Caydırmak için kullanılan bu yaptırım, maalesef intihar yöntemini değil, ancak tercih edilen hattı değiştiriyor. Çünkü tazminat tarifeleri de hattı işleten şirkete göre farklılık gösteriyor!
Bu sıkıntılı düşünceler ve haftanın yorgunluğuyla trende uyuyakalmışım. Vagon kapısının sesiyle gözümü açtığımda beni izleyen çekik gözlerle karşılaştım yine. Bakışlarını hemen çevirdiler. İlk zamanlarda bende mi bir tuhaflık var diye üstümü başımı kontrol ederdim. Şimdi ise ömrümü burada geçirsem bile incelenmesi gereken bir yabancı olmaya devam edeceğimi biliyorum.
Aktarma yaparken korktuğum başıma geldi. Sabah kalabalığı benim gibi gecikenlerle birleşince istasyon mahşer yerine dönmüş. Tren gelince, hep beraber beyaz eldivenli istasyon görevlileri tarafından itilip sıkıştırılarak vagona sokuluyoruz. Şikayetçi olduğumu söyleyemem. Yolculukta tek ayağım yere basmasa da, artık bir Japon gibi kitabıma konsantre olabiliyorum. Trende genelde Japonca çalışıyorum. Her ne kadar çarşıda pazarda konuşabilmenin ötesine geçemesem de ve ancak ilkokul birin ilk dönem seviyesinde okuyup yazıyor olsam da, Japonca eğlenceli bir dil. Şu ana kadar ses alfebeleri olan “hiragana” ve “katakana”yı söktüm ki işte onları Japonlar 6-7 yaşında öğreniyor. Asıl mesele “kanji”de tabi. Arada unuttuklarım da olsa yaklaşık 150 kanji okuyabiliyorum fakat bir gazetenin yüzde 90’ını anlamak için bile bin tane bilmek gerektiği söyleniyor. Bir de sayılarda zorlanıyorum. Küçük şeyler, büyük şeyler, ayın günleri, makineler, ince uzun şeyler, yiyecekler, içecekler, makineler; hepsinin sayma sayıları farklı. Onun dışında dilbilgisi Türkçe’yle aynı, ama bu sefer de İngilizce öğrenirken edinilmiş “Türkçe düşünme! Türkçe düşünme!” travması devreye girdiğinden, bu avantaj pek işe yaramıyor.

“Beş dakika daha, lütfen”
Enstitüye vardığımda, bir saat geç kalmış olmanın telaşıyla laboratuvara koşuyorum. Altı aydır Tokyo Teknoloji Enstitüsü, Endüstri ve İşletme Mühendisliği'nde çalışıyorum. Laboratuvar, aynı hocayla çalışan otuz öğrenciden oluşuyor. Bunlar benim gibi araştırma öğrencileriyle, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri (kapıdan pencereye doğru masaların dizilişi de bu sırada). Pek çok yabancı öğrenci var ve içinde İsveçce, Tamilce, Arapça, Tayca'nın da bulunduğu ondan fazla dil konuşuluyor.
Ben bilgisayarımda, Japonca işletim sisteminin ayarlarını anlamaya çalışırken, yandaki kanepeden çalar saat sesi geldi. Dün gece çalışarak sabahlayıp, kanepede uyuyan Japon, yan masadaki Çinliden onu beş dakika sonra uyandırmasını isteyip yeniden yattı. Japonlar çalışkan mı diye sorulduğunda cevaplamakta zorlanıyorum. Tüm günü, geceyi laboratuvarda geçirip, hazır yiyeceklerle beslenip, arada okulun spor salonunda duş alarak yaşıyor bir kısmı ama mesainin büyük bir bölümünü de anime izleyerek, video oyunları oynayarak veya muhabbet ederek geçiriyorlar.
Bilgisayarın yazıcı ayarını bir türlü beceremedim. Geçen hafta birinin bilgisayarında virüs bulununca idare laboratuvardaki tüm bilgisayarların biçimlendirilmesini istedi. İki gün boyunca kimse bilgisayarını kullanamadı ve tüm sistem baştan kuruldu. O arada olan benim bilgisayara oldu.

“Kebabu”
Bunlarla uğraşırken öğle oldu zaten. Altı ay geçti, hâlâ her yemekte, birileri çıkıp çubukları ne kadar iyi kullandığımı övüp, şaşırıyor. Hemen arkasından beklenen soru geliyor, “Nerelisin?” “Türkiye” cevabının anlamını çözemediklerinden, cebimdeki diğer kelimeleri döküyorum. “İstanbul” da anlaşılmayınca en zarif Japonca aksanımı kullanarak “Kebabu!” (tr: Kebap) diyorum, gözleri parlıyor.
Japonlarla ilgili en hayran olduğum özellik bu şaşkın halleri, ne zaman yeni bir şey duysalar, bir daha hayatları asla eskisi gibi olmayacak gibi şaşkın bir neşeyle bakıyorlar. Belki de bu yüzden, bir soruya cevap verdiniz mi devamı geliyor. En sık rastladıklarım, “Türkiye'de hangi dil konuşuluyor”, “Sizin orada insanlar nasıl giyiniyor?” gibi sorular ama bazen kişiselleşebiliyor da. Örneğin, genelde “Neden Japonya’ya geldin?” ile başlayıp, “Neden bu meslek?”, “Neden hala öğrencisin?”, “Madem bekar değilsin, neden yalnız geldin?”’e doğru ilerliyor. Daha ilk hafta bunu Japonca hocama anlattığımda bana şu tavsiyeyi vermişti: “Cevaplamak istemediğin özel hayatına dair bir soruyla karşılaşırsan, kafanı öne eğ, sağ elini alnına dayayarak en hüzünlü ama tok sesinle ‘Iro Iro Atta ne!’ de.” Bu ifade “neler oldu, neler...” anlamına geliyor ve bizde ki “Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü” gibi bir işlevi var.

“Biz bunları aştık”
Danışmanım, akşamüstü tam sözleştiğimiz saatte çağırdı. Herkesin kullandığı ifadeyle “Sensei”, alanında Japonya’nın önemli uzmanlarından. Onu tanımasanız bile ciddiyetinden ve gösterilen saygıdan bunu anlayabilirsiniz. Hocanın sekreterinden izin alıp, odasına girdim. Otuz öğrencisi, danışmanlığını yaptığı şirketler ve idari görevlerinin yanında bana ayırabilecek az bir zamanı vardı. Ama her zamanki gibi o süre boyunca yalnızca benimle ilgilendi. Soru sormak için gelenlerle, çalan telefonlarla bölünmeden toplantımızı yaptık. Her zamanki gibi toplantımızda konuşulduğundan fazla susuldu. Japonlarla tartışırken eğer susuyorlarsa bölmemek gerekiyor. Bu bazen 1 - 2 dakikayı geçen susmalar, ya susan kişinin konu hakkında düşündüğünü ya da sizi kırmamak için en makul kelimeleri seçmeye çalıştığının göstergesi.
Bu, aynı gündemle sekinzinci toplantı. Hâlen bir araştırma sorusu üzerinde anlaşabilmiş değiliz. İlk önerim, “Sen tüm kavramları batılı bakış açısıyla kurmuşsun, senin doğulu kavramları öğrenmen gerek” denilerek reddedildi. Devamındaki önerilerim, “Biz bunu Japonya’da 30 sene önce aştık”, “Burada bir problem yok, sağduyuyla çözülür”, “Bu çok teorik, uygulanması güç”, “Bu çok pratik, akademik araştırma olarak değeri yok” denilerek geri çevrildi. Bugün itibariyle bir konuda anlaştık. Daha doğrusu ben hocanın bana önerdiği konuyu kabul ettim. Nihayet kısmen de olsa rahatlamıştım ki, hoca bana bir yüksek lisans tezi verip, önce onu anlamam gerektiğini söyledi. Odasından çıktıktan sonra fark ettim tezin Japonca olduğunu.
Sonraki üç saati moralimi bozmadan, tezi anlamaya çalışarak geçirdim. Anlamadığım yerleri yan masamda oturan tezin sahibi yüksek lisans öğrencisine sorduysam da yalnızca Japonca cevap alabildim. Üniversite mezunu Japonların büyük bir kısmı iyi derecede İngilizce biliyor fakat hata yapmaktan korktukları için konuşmuyorlar. Bu öğrenci örneğin, İngilizce ders alıp İngilizce kaynaklardan tez yazmış olmasına rağmen benimle yalnızca Japonca konuşuyor.
Saat sekiz olduğunda laboratu-vardan ilk çıkan yine bendim. Ben çıkarken, dışarıda mesaili işlerde çalışan yüksek lisans ve doktora öğrencileri laboratuvara yeni geliyorlardı.

Son tren
Arkadaşlarımla buluşmak üzere şehir merkezine gittim. İki tren değiştirdikten sonra ve yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından, dünyanın en kalabalık istasyonuna sahip Shinjuku’ya vardım. Bu istasyonda 12 tren hattı kesişiyor ve günde ortalama dört milyon kişi bu hattı kullanıyor. Cuma akşamı olduğu için kalabalığı katmerlenen istasyondan çıkar çıkmaz yağmur başladı ki şemsiyemi unuttuğumu fark ettim (Burada belki de Avrupa ve Türkiye’ye göre daha ucuz tek şey bu plastik şemsiyeler). Yakındaki bir marketten yenisini alıp, kaldırımı paylaştığım kalabalıkla beraber sürüklendim. Arkadaşlarım Amerikalı David ve Sri Lankalı Nayana ile buluşup, yemeğe gidecektik. Ucuz restoranların bulunduğu bölgede yer bulabildiğimiz iki mekânda da iyi karşılanmayınca başka yerlere bakmaya karar verdik. Bazı restoranlar yabancılara servis yapmamayı tercih ediyor. Bunu henüz kapıdan girmeden söyleyenlerin dışında, bazıları sizi görmezden gelip, ilgilenmiyor.
En sonunda oturduğumuz yer, on sandalyeli bir aile restoranı. Tren raylarının yanında kurulu bu bölgede dar sokaklar arasında kırk kadar ufak restoran var. Bu bölgenin özelliği II. Dünya Savaşından beri aynı biçimde var olması ve bir de tabi Shinjuku’nun en ucuz bölgesi olması. Yemeğin yanında sake kadar bilinmeyen, alt sınıf içkisi olarak görülen “şoçu” içtik. Bu tercihimiz restoran sahibinin hoşuna gitmiş olacak ki, sipariş sonrası bize daha iyi davrandı. Şoçu eşliğinde sohbet ederken saat epey ilerledi. Şehir merkezine inmek her zaman eğlenceli elbette fakat gece on ikiden sonra trenler çalışmadığından, dikkatli olmak gerekiyor. Zira son treni kaçırırsak, sabah beşteki ilk treni beklememiz ya da 250 lira eşdeğeri bir miktar karşılığı taksiye binmemiz gerek. Altı ay önce henüz havaalanındayken “Lütfen taksi kullanmayın, taksi ücretlerinin yüksek olduğuna dair şikayetler alıyoruz” diye bir anons duymuştum. Geldiğim günden bugüne kadar da tren ve metro harici bir araç kullanmadım.
Hesap biraz sürpriz oldu çünkü yenilen, içilen yanında sandalye parası denilen bir miktar da ödemek durumunda kaldık. Çoğu küçük yerde burası gibi saldalyeyi işgâl etmenin bir maliyeti var. Bir kaç blok uzaklaşmıştık ki, restoran sahibi koşarak peşimizden geldi ve hesabın üstünden kalan bozuk parayı verdi. Burada restoranlarda, taksilerde “üstü kalsın” demek, bahşiş bırakmak mümkün değil. Çok memnun kalıp ısrar etseniz de kabul etmiyorlar, işin tuhafı neden böyle bir şey yaptığınızı da anlamıyorlar.
Ve bunu tartışarak yürüdüğümüz yolun sonunda, istasyonun kepengi yüzümüze kapandı. Son treni kaçırdık. 
Başka bir sayıda; “sosyal el bombası”, “kahvaltıda suşi”, “bize taptığınız için teşekkürler”, “çalışarak ölmek” ve “neler oldu, neler...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder