Çekmecemiz bir yaşını doldurdu. Kimimizin eli, onun sayesinde kalem tuttu, kimimize hikayelerimize yayımlayabileceğimiz, kimimize de fikirlerimizi savunabileceğimiz bir ortam oluşturdu. Toplandık, kararlar aldık, sıkıntı yaşadık, gerektiğinde sayı birleştirdik ama hep çıkardık. Hepimiz bir ucundan tuttuk, hepimiz gözümüz gibi baktık, sevdik. İlk sayılarda "Devamı gelecek mi?" diye düşünürken bir yıl geçiverdi. Üstine bir de blogumuz oldu. Olumlu tepkiler aldık. Hep mutlu olduk. Bundan böyle de öyle olacağını umuyoruz. 

Aşağı Yukarı

Umut Gündüz
Perşembe öğle saatleri. “Bu insanların işi gücü yok mu, ne arıyorlar otobüste” diye bezgin bezgin düşünüyorum. Ben tez görüşmesine gidiyorum. Bir nevi iş. Kuzguncuk’tan geçiyoruz. Deniz kenarında sıra sıra apartmanlar, hepsinin alt katları dükkan. Bir aralıkta ağaçlarla birlikte deniz görülebiliyor. Buraya apartman dikmek için bir yol bulamamışlar herhalde. İşte bu boşluktaki ağaçların dibinde, ayakta denize bakarak mısır yiyen iki orta yaşlı kadın gördüm. “Ne konuşuyorlar acaba” diye düşündüm. Kuzguncuk sırtlarına uzanan evlerde oturan iki “ev hanımı” olsalar; sahilde bulamayacaklarından mısırları evde kaynatmış, kağıt havlulara sarıp getirmiş olsalar; ordan burdan laflasalar; mısırları bitirdikten sonra biraz dertleşseler evlerine dönmek istemez gibi…

Bin Lira

Nilüfer Çifçi
Körfez Otel’in sahibi Avni Sarıbaş bir yandan küfürlerin binini bir paraya savuruyor bir yandan da sigarasını sömürücesine içiyordu. Sıcaktan ama ziyadesiyle sıkıntıdan, gömleğin düğmelerini çözmeye dahi erinmiş, öylece soyup asmıştı. Kapısında boncuklu sineklik asılı odasında bulmacayla boğuşurken aynı zamanda elemanların burnundan getirmeyi ihmal etmiyordu.

Kızıl Yıldız: Bolşevik İdeolojinin Romana Yansıması (II)

Kaya Tokmakçıoğlu
Güvence altına alınmış özgürlük ve eşitlik
Partinin ve partiyi destekleyenlerin kulaklarına daha hoş gelen Bogdanov’un Bolşevik ideoloji için oldukça önemli olan konuları ele alışıdır. Marx ve Lenin’de merkezi önemde olan eşitsizlik ve sömürü romanda işçilerin ve toplumun daha alt tabakalarında olanlarda yankısını bulur. Burada Bogdanov ütopyacı bir devlette özgürlük ve eşitliğin nasıl sağlanacağı ve garanti altına alınacağını açıklar ve bunun etrafındaki sis perdesini kaldırmaya çalışır.

Cennet Bacı

Didem Çınar 
Yavaşça yaklaşıyorum ve sarılıyorum arkasından. İrkilip dönüyor hemen. Hiç bir şey söylemiyor, beni evin içine doğru çekerken. Kapının hemen ardında, eskiden misafir odası olarak kullanılan odaya giriyoruz. Sarılıyor ve ağlamaya başlıyor. İlk sorusu: “Baban nasıl?”
Kendimi bildim bileli 94 yaşında. Doğum tarihi, seferberlik. Adı, Cennet. Küçük aklım için ahiret, cennet, cehennem sarmalından beni çekip çıkartan Cennet Bacı.

Küfür

Engin Sansarcı
Küfür, cinsel göndermeler içeren bir söylem türüdür. Küfürler, nesneli ve nesnesiz olmak üzere ikiye ayrılır. Nesnesiz küfürler genellikle zararsız olup, yalnızca bazı durumlarda ayıp olarak görülür. Nesneli küfürler ise aynı anda hem hakaret, hem de tehdit anlamı içerebilen tek söylem türüdür.
Her ne kadar çoğunlukla erkekler tarafından kullanılsa da, küfür eden kadınlara da rastlamak mümkündür. İster bir erkek isterse de bir kadın tarafından kullanılsın, küfür her zaman bir erkek bakış açısının ürünüdür. Küfür olarak kullanılan sözcük grubu küfrün muhatabı olan kişinin birinci dereceden yakını olan bir kadını veya muhatabın kendisini hedef alabilir. Her iki durumda da değişmeyen tek şey, küfrün temelinin erkek cinselliğine dayanmasıdır.

Çoğunluk

Yönetmen: Seren Yüce
  İnsan yine bir insan için hangi koşullar altında ötekileşir? Nasıl bir duygusal birikim kendinden olmayanı hor görmeye belki de ondan korkmaya sebep olabilir? Çoğunluk filmi ayrımcı ve faşizan duygularla örülü bir çevrede amaçsızca yetişen bir çocuğun eninde sonunda nasıl çoğunluğa katıldığını anlatıyor. Çocuk, kendine ve arkadaşlarına yetişkin olduğunu ispatlamaya çalışırken, tesadüfen ötekine âşık oluyor, ya da sırf şımarıklığından olduğunu sanıyor. Çoğunluktan izin çıkmayan bu ilişkiye direnmeye çalışıyor çocuk ya da izin verilmediği için inatlaşıyor. İzlerken tezatlıklarıyla bazen güldüren, bazı oyunculukların ise insanı gerçekten sinir edecek kadar iyi olduğu izlenesi bir film.

İş

Sel Yoldaş
“Abla hazır mısın?” diyen sesi duyduğunda, kapının girişindeki ayakkabılığın birkaç yerinden çatlamış aynasında üstünü düzeltiyordu. Yıllardır düğünlerden başka yerde giymediği için hâlâ ilk alındığı günkü gibi duran siyah hırkasını giymiş, eşarbını çenesinin altından bağlamıştı. Ayakkabılarını geceden boyamış böylece “Eh idare eder” şekline getirmişti. Ayakkabısını giydi, çantasını koluna taktı, sağ ayağıyla çıktı eşikten. Ardından kapıya çıkan kızının “Anama bak anama!” sözünü duydu. “Kapıyı tanımadığın kimseye açma, dolapta yemek var! Az az ısıt, hepsini birden ısıtırsan bozulur” diye tembihledi kızını, daha da devam edecekti ki Nurhayat, “Abla geç kalıyoruz. Sanki gurbete gidiyorsun. Koca kız o ne yapacağını bilir” diye çekiştirdi kolundan.

Yeşil Peri Gecesi

Yazar: Ayfer Tunç
  Güzellik nedir? Bir insanın hayatını ne derece etkileyebilir? Günümüz medyasında, toplumsal ilişkilerde hatta gündelik sohbetlerimizde bizi fazlasıyla meşgul eden güzellik kavramının aslında nelere alet edildiğini, hangi baskıları doğurduğunu ve nasıl da kendisini yok etmeye mahkûm bırakılan bir kavram olduğunu yüzümüze bir tokat gibi çarpan etkileyici bir kitap “Yeşil Peri Gecesi”… Toplumdaki sığ düşünceler, medyanın kışkırtıcılığıyla birleşince kişinin, en güzel nitelikleriyle huzur içinde yaşaması bile mümkün hale gelemeyebiliyor. Hele de küçük yaşlardan itibaren bu savaşı veren bir kişiyseniz iş bulmadan arkadaş edinmeye, sevgili edinmekten huzurlu bir aileye sahip olmaya kadar her türlü çabanızda, güzel oluşunuzun türlü sonuçlarıyla mücadele etmek zorunda kalmaktan yorulabiliyor ve sizi bu hale getirenlerden öç almaktan başka çareniz kalmadığını düşünebiliyorsunuz.  “Yeşil Peri Gecesi” bizi tüm bu sürecin can sıkıcı anlarına ortak ediyor ve bugüne kadar güzellik ile ilgili pembe boyalı yazıların anlamsızlığını apaçık ortaya koyuşuyla da bir karşı duruş sergiliyor.


8 Eylül Çarşamba

Ümit Şenesen
Bugün 8 Eylül Çarşamba.
Girne’nin elli kilometre doğusunda
ahşap tatil evinin kapısında
gölgesini aydınlatmatan bıkkın bir lâmba.
Aşağıda deniz
aç bir hayvan gibi homurtularla
vuruyor kumsala dalgalarını.
Bir sürü kuş, karga galiba,
yiyecek arıyor
daldırmış kumlara gagalarını.
Geceyi örten simsiyah aba
gökte yıldızları da titretiyor.
Arkadaki dağlara doğru uzuyor
zifiri karanlık.
Zaman donmuş kıpırdamıyor,
sanki gökte Kutupyıldızı mübarek
ya da eski adıyla Demirkazık.
Hiç de yeri değilken
Bir fısıltı kulağımın dibinde titrek.
Sahiden o mu acaba?
Dönüp sesleniyorum:
“Sen misin baba?”


8 Ağustos 2010


Erkeklerin Hikayeleri

Murathan Mungan’ ın bu seçkisi, ömrünüzde okuyacağınız en güzel öykü seçkisi olmaya aday.  Öykülerin dili, anlatımı, konuları ilgi çekici ve modern çağın insan ilişkilerine etkilerini ortaya serişi bakımından çok etkileyici… Bir aile yemeği, bir tatil, bir hatıra, bir otel odası, bir sevgili… Tüm bunlar nedir bir erkek için? Merak ediyorsanız çekinmeden okuyun. Merakınızı gidermekle kalmayacak, yazınsal hazzın doruklarında kısa bir tura çıkacaksınız.

Merhaba,

En çok adres sorulan aylardan biridir Ekim. Şehre yeni öğrenci ve veliler gelmiştir, yurtlara yerleşilir, evler tutulur, kısacası yeni bir dönemece keyifle girmenin heyecanı yaşanır. Yapraklar kurur, yaprakların üzerine basarak eğlenenlere gün doğar, ağaçlar çıplaklıklarından utanmış gibi mazlumdur... Peki ya edebiyat ne yapar her sonbaharda? Kurumaz, aksine coşar, adresini bilir, kekremsi tadını şairlerin yüreklerine bırakır, kelime olur akar. Attila İlhan “Oysa ben akşam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul, adım sonbahar” demiştir. Nâzım Hikmet’in yüreği ise Piraye’nin kelimeleriyle dolmuştur. Bir sonbahar gecesinde elinde tuttuğu kaleminden – belki de- hapishane duvarına, kelimeler sunmuştur:

Kızıl Yıldız: Bolşevik İdeolojinin Romana Yansıması (I)

Kaya Tokmakçıoğlu
Aleksandr Bogdanov’un Kızıl Yıldız’ı Rusya’nın siyasal ve toplumsal ortamını altüst eden ve böylece politik söylemi Çarlık’tan, halkın iradesini yansıtan siyasi partilere geçiren 1905 devriminin rüzgârında yazılmıştır. Aynı dönemde 19. yüzyıldan devralınan, kentlere akın, artan okuma-yazma oranı ve yeni bir entelektüel sınıfın oluşması şeklinde özetlenebilecek bir modernizm de Rusya topraklarında gerçekleşiyordu. Toplumsal düzlemdeki bu yarılma beraberinde kitle partisine olan destek ve siyasi propaganda mekanizmalarının gelişkinliğinin artması gibi birçok siyasal değişime yol açıyordu. Çarlık Rusyası artan şekilde kırılganlaşıp siyasallaştıkça Bolşevikler yeraltından çıkıyor ve ideolojilerini sıradan parti üyeleri veya halka anlatabilmek için farklı yöntemler geliştiriyorlardı. Kitlelerin hızla siyasallaştığı bu ortamda, Bogdanov’un Kızıl Yıldız’ı da, Bolşevik ideolojinin siyasi bir roman aracılığıyla oluşturulma çabası olarak görülebilir.

Svefn-G-Englar*

Yasin Kütük


Kentin ışıkları, sokakları, insanları, uğultusu, sesten ve ışıktan bir soru işaretiydi ona, sesten ve ışıktan bir yanıt.
(“Hayallerim, Aşkım ve Sen” filminden)
“İstanbul sen ne büyülü bir şehirsin!”, diye geçiriyordum içimden dün gece, denizin koyu renkli bedeninin üzerinde gezinirken sisli bir yalnızlık tabakası.
Fotoğraf: Ara Güler

Gel-Git

Serkan Değirmenci
Gözlüğünü çıkarıp gözlerini ovuşturdu, oturduğu yerde şöyle bir gerindi. Yanındaki camın buğusunu uzanıp elinin tersiyle hafifçe sildi. Dışarısı bembeyazdı. Önüne döndüğünde gözü kar-şıdaki yanıp sönen kırmızı rakamlara takıldı, hava soğuktu ve gelmeye az kalmıştı.
Fotoğraf: Öner Temur

Mesafe

Pınar Dursun
Sevincim çığlıklarımda hür-riyetine kavuştu. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum şeye ilk adımımı atmıştım. Elimde sonuç belgem salona koştum.
Annem başka bir şehirde üni-versite kazanmama çok bozul-muştu, tıp fakültesini kazanmış olmam bile yetmemişti ona.  Yaşadığımız şehirde de üniversite vardı, neden yanlarında kalıp o üniversiteye gitmiyordum ki. Ba-bam ise çok sevinmişti, onun küçük kızı büyük şehirlerde süzülecekti beyaz önlüğü ile. Kayıt yaptırmaya da o düştü benimle yollara. En son on yıl önce halamın düğününde karşılaştığı kuzeni İstanbul’da yaşıyormuş, beni bir yere yerleştirene kadar babamla yanlarında kaldık. Aksaray diye bir yerde oturuyorlardı, tıp fakültesine çok uzaktı. Ya da bana çok uzak gelmişti. Sonradan anlayacaktım ki bu şehirde mesa-feler metre ile değil kilometre ile zikrediliyordu. Çok eski ve küçük bir evde dört çocuğuyla yaşı-yorlardı, yanlarında kalmam pek mümkün olmadığı için başka bir yer aradık. Şansımıza yakınlarda bir yerde bir öğrenci evi bulduk. Üç katlı cumbalı eski bir evin giriş katındaki bir odada ev sahibi yaşıyordu, geri kalan dört odasını da öğrencilere kiralıyordu. Orta katta bu sene öğretmen çıkan bir kızın odası boşalmıştı. Babam kuzenine yakın olduğu için orada kalmama razı oldu ve ertesi gün odama yerleşip babamı yolcu ettim.


Fotoğraf: Elif Sanem Karakoç

ARAP MEHMET

             Ümit Şenesen

Kara kıvırcık saçları,
boncuk gözleriyle
Arap Mehmet’i gördüm düşümde.
Öldüğü gün, Perşembe,
“Cuma’yı bekleyemedi kâfir”
demiş bir köylüsü.
Mehmet kâfir miydi bilemem
ama güzel içerdi doğrusu.
İçti mi de dili çözülür,
uzun ibrişim kuşaklar gibi
püfür püfür esen şiirli öyküler düzerdi.
Onu dinlemek için köyün gençleri
şarap alıp evine giderlerdi.
Şarap dediğim de “Güzel Marmara”.
Mudanya’nın Kumyakası’nda
kapısı denize açılan adam da
“Çankaya” içmez ya!

24 Kasım 1998

Los Vivancos

Flamenko severlerin, eğer bir kez daha sahneye çıkacaklarsa, ajandasına kaydetmesi gereken gösterilerden biri. Daha önce de İstanbul’da sahne alan grubu Dans Platform İstanbul’un festival haftasında Cemal Reşit Rey sahnesinde izlemek çok keyifliydi. 7 İspanyol kardeşten oluşan grubun üyelerinin her biri danslarının yanında farklı bir enstrüman da çalıyor. Gösterilerini enstrümanlarıyla ve modern dans figürleriyle de zenginleştiren kardeşler sadece Flamenko dansçısı olmadıklarını, dans ve müziği içlerinde özümsediklerini de ispatlıyorlar. Gösteriyi keyifli kılan bir başka şey ise gösterinin tümünün canlı müzik eşliğinde gerçekleşiyor olması. Kardeşlere sesi çok güzel olan bir solist ve iyi bir müzik grubu eşlik ediyor. Yani hem canlı Flamenko dinliyorsunuz, hem de 7 iyi dansçının bu güzel müzik ile nasıl uyumlu dans ettiğini izleme şansına sahip oluyorsunuz.


Filmekimi

Filmekimi bu yıl da keyifli ve bol seçenekli bir programla karşımızda. 31 tane iddialı film arasından sizin için bir seçki hazırladık. Bu filmlere gidip de beğenmezseniz, bizi bulup kızabilirsiniz. İşte filmler:
· Tehlikeli Yol     (Yön:Ken Loach)
· Carlos, (Yön: Ramirez, Scheer & Walstatten)        
· Devrim (10 yönetmenli)
· Anneme Dokunma (Yön: Duplass & Duplass )
· Sosyalizm (Yön: Jean-Luc Godard )
· Aslı Gibidir (Yön: Abbas Kiarostami )
· Duyarlı Evlat – Frankenstein Projesi (Yön: Kornel Mundruczo)
· Güzel Bir Hayat Düşlerken (Yön: Danis Tanoviç )


Wordexpress İstanbul 2010

Gezginin Şiir Çantası
Şairler neden yolculuk eder? Şiirin gündelik hayattan uzaklaştığı bir dünyada, yolculuk eden şair şiirlerini nasıl sunmalıdır? Balkanlardan sırt çantalarında şiirle gelmiş gezginleri, masanızda ağırlamak istemez miydiniz?
Tasarlayan: Efe Duyan, Gökçenur Ç.
Katılımcı Ülkeler: Makedonya, Romanya, Yunanistan, Galler, Sırbistan, İsrail, Bulgaristan, Yunanistan, Ermenistan, Hırvatistan, Bosna Hersek, İskoçya, Gürcistan
31 Ekim 2010, Pazar, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, 17:00-20:00
Gezgin şairler, açacakları tezgâhta şiirlerini; karpostal, mektup, karvizit, potkal içinde rulo, harita, magnet, not defteri, pasaport vb. nesneler halinde sergileyecek ve şiirin az okunduğu bir dünyada, metinlerini değişik yollarla sunmanın olanaklarını aramaya devam edecekler.

Bunaltıcı bir yaz mevsimini geride bıraktık. Yapraklar tamamen dökülmese de toprağın kokusu sonbaharı muştuluyor adeta.
Beklenmeyen bir yağmurun sizi olur olmaz yerlerde yakalaması, kış sebzelerinin tezgâhlara çıkması, kışlıkların dolaplardan indirilmesi çoğu zaman bir geçmişe özlem duygusu uyandırıyor insanda. Bu yüzden Nâzım’ın dizeye döktüğü “müthiş bahtiyarlık” bizler için çoğu zaman “çığrından çıkmış bir zaman bu” biçiminde algılanabiliyor ve dolayısıyla ne gideni anlıyoruz ne gelmekte olanı.
Aslına bakılacak olursa endişemiz sadece halk oylaması sonuçları değil, Türkiye’de daha ciddi kimi toplumsal altüst oluşlara doğru ilerlediğimizin somut göstergeleri. Çekmece’yi biraz da bu yüzden çekiyoruz; geleceğe daha fazla umutla bakabilmek, güzellikleri hep birlikte çoğaltmak için.
Öykü, şiir, deneme ve gezi yazılarından oluşan bir sayıyla daha karşınızdayız. Yeni bir eğitim-öğretim yılında bol Çekmeceli günlerde görüşmek dileğiyle hepinize iyi çekiştirmeler.

Aydınlık Bir Beyin José de Sousa Saramago

Kaya Tokmakçıoğlu

 “Eskiden bana ‘iyi adam ama komünist’ derlerdi; şimdi ‘komünist ama iyi adam’ diyorlar”

“Dünya öyle güzel ki, öleceğime yanıyorum” diyordu son yıllarda kendisiyle yapılan bir söyleşide. Gelenekleri, kurumları, ölüm karşısında insanların verdiği tepkileri ve ölümün yanlış değerlendirilmesini anlatmaya çalışmıştı yaşamı boyunca. 1998 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada, “Hayatım boyunca tanıdığım en bilge adam okuma yazma bilmiyordu” diye başlayan Saramago; Avrupa'yı, modernizmi, demokrasiyi, Batı'yı “içerden” bir gözle sürekli eleştirdi. Modernitenin saplandığı bilgi bataklığındaki güdümlemeyi ve yanılsamayı bozmaya çabaladı. Hayatı adalet gözlüğüyle görme gayretinin sonucunda kendi insanlarınca dışlandı ve sürgün edildi. Yine de “doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde” olarak kavradı dünyayı.

Beyaz Kadın

Saliha Algül
 Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya,
Bir evin bahçesinde baharı  bekleyen tomurcuk ol
Yağmurlar yağınca üzerine, güneş ışıkları düşünce tenine  
Umutla şişince bedenin, bir beyaz papatya ol.
Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya
Olimpos dağında çığlıkla yuvarlanmayı bekleyen çığ ol
Adonis uzanınca yanına;  kan çicekleri açınca koynunda
Tanrılar yuvarlanınca üzerine  beyaz  kardelenler ol
Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya,
Kavgalı rüzgarların savurduğu yaprak ol
karanlık düşünce gözlerine, ellerin  kavuşunca denize
Dalgaların üstünde beyaz köpük ol
Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya,
Sarhoş meyhanede kadeh ol
Geçmişi yudumlarken için, gelecek flört ederken sensizlikten
Beyaz kaldırımda  yosma ol

Sona Giderken

Didem Çınar

 Onun masasında karşılıklı oturuyorduk, ben yazıyor çiziyor, o arada bir gelip, bakıp yorumlar yapıyordu. Garip bir adamdı. Garipliği de daha önce tanıştığım ve tanıdığım bütün insanlardan farklı olmasından ileri geliyordu. Farklıydı. Kelimelere dökemediğim bir farktan bahsediyorum. Bir gün yine çoğu kimseyle hiç konuşmadığım konulara girmişken bana şöyle söyledi:
- Paralel evrenleri bilir misin?
- Hayır, bilmiyorum.
- Dünyayı bir tren olarak düşün. Üzerinde ilerleyebileceği bir sürü ray var. Tren giderek hızlanıyordu, sona doğru… Ama bu treni yavaşlatan ve rayını değiştiren bir şey oldu. 68 kuşağı... Şimdi tren yine hızlanıyor, sona doğru. Dünya sonuna yaklaşıyor ama hızını biraz azaltmayı başardı 68 kuşağı. 68 kuşağı, yani benim kuşağım…

Mutluluk

Sel Yoldaş Akar

Boran, sabah güneşinin ısıtmaya başladığı sokağa çıkmak için ne-şeyle evden çıktı. Annesi  “Oğlum uzaklara gitme kapının önünde oy-na” diye seslendiğinde, bahçe kapısını açıyordu, arkasına baktı, cevap vermek yerine gülümsedi. Gözleri, oyun oynamaya giden tüm çocukların gözleri gibi pırıl pırıldı. Oyun oynamaya daldığında açlığını, susuzluğunu unutur, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdı bile.

Beklerken

Umut Gündüz

 Öğle sıcağı henüz yatışmadı. Yanlışlıkla yola düşen ihtiyarlar 10-15 adımda bir durup sığınacak bir serinlik arıyorlar. Yol kenarlarında belli belirsiz bir asfalt kokusu, otobüs durağında annesinin kucağında ağlayan çocukların hıçkırıklarına karışıyor. Sıcaktan gevşemiş, sersemlemiş şehir ayağa kalkıp bir oh çekmek için ikindi esintisini, mesai bitimini, okulların dağılmasını bekliyor.
Sokaklarında sebzecilerin çıplak sesle bağırdığı mahallerin birinde, bir apartman dairesinde, vantilatörün tıkırtısına dalıp uyumuş Yusuf’un burnuna bir karasinek konuyor. Uyanıyor. Omzu tutulmuş. “Telefon gelmiş midir acaba” diye düşünüyor. Saate bakıyor, on bir buçuk. “Gelse duyardım” diye düşünüp pencereye yürüyor. Karşı balkonda emekli ihtiyar dondurma şemsiyesinin altında ayaklarını balkonun demirlerine dayamış radyo dinliyor. Ellerini kaldırıp sessizce selamlaşıyorlar.

Görüşürüz

Engin Sansarcı

 “Seni anlıyorum, ama anlamak istemiyorum!”
“Anlıyorum”
***
Turuncu renkliydi. Üzerinde kırmızı noktalar vardı. Sol tarafı yırtıktı ama belli olmuyordu. Ondan ayrılmak fikrini bir türlü kabullenemiyordum. Termodinamiğin yasalarını kavrayabilecek yaşta değildim. Eskimişti ve annem ondan kurtulmam gerektiğinde ısrarlıydı. Tamam, yalnızca bir çekyattı, ama benim ilk yatağımdı.
***
“Beni sahiplenmeni istedim”
***
Sen başla, dedim, hayır sen başla, dedi. Sabahın altısında telefon mesajıyla ayrılmanın hiçbir özrü yoktu. Sıkıldım, dedim. Senden değil, ilişkimizden sıkıldım. Hayatıma bu kadar karışmandan sıkıldım. Ben olmandan, sen olmaktan sıkıldım. İkimiz de haklıydık, ama bunun bir önemi yoktu.

Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat

  Yazar: Hanefi Avcı 

“Derin” devlet kimimizin 90’ların ortalarından beri aşina olduğu bir kavram. 70’lerin sonunda Çorum ve Maraş, 1993’te Sivas katliamlarıyla şekillenen devlet içindeki cemaat yapılanması belki de ilk defa bu kadar net ve cesur bir biçimde, çeşitli illerde emniyet müdürlüğü yapmış Hanefi Avcı tarafından kağıda dökülüyor. Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabında, Ergenekon ve Balyoz davalarını, polis teşkilatının içindeki Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini, CHP eski lideri Deniz Baykal’ın istifasına yol açan kasedi, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarını ve Türkiye’yi derinden sarsan daha pek çok olayı sorguluyor. Olayları bütünsel olarak ele almayıp, onları basit bir “asayiş” sorununa indirgeyen yaklaşımı eleştirilebilse de son yıllarda devlet içinden bu kadar muhalif bir sesin çıkıyor olması Türkiye’nin içler acısı halini bir kez daha gözler önüne seriyor.


Bizans Müziği: 78 Devir Taş plaklarda Orfeon- Odeon Kayıtları (1914-1926)

Kalan Müzik

Dini müziklerin yalnız o dinin değil, o dine mensup insanların ruh dünyasını da yansıttığı kanısındayım. Bütün dinlerin müziği bana farklı yollardan giderek belli bir inanç kavramında odaklandığını gösteriyor. Diğer yandan tüketime dönük, popüler bir müzik türü olmayan Bizans müziği de, tarihi boyunca imparatorlukların başkenti olmuş İstanbul’un nasıl bir kültürel sürekliliğe sahip olduğunu gösteriyor. Nitekim 5 CD'de toplanana albümdeki 200 ilahiyi dinlediğiniz zaman yüzlerce yıl önce bu topraklarda söylenen ezgilerle bize miras kalan ve Türk sanat müziği olarak adlandırdığımız müziğin birbirlerine hiç de yabancı olmadığını hissediyorsunuz. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul Rum Patrikhanesi’nin başmugannisi İakovos Nafpliotis tarafından taş plağa kaydedilen ilahiler sizi tarih boyunca bir gezintiye çıkarıyor.

Sonuncu

Yazar: Tahsin Yücel

Tahsin Yücel’in son kitabında, dünyanın en uzun kitabının yazılış serüveni ve basımından sonra gelişen olaylar üzerinden pek çok konuya göndermeler yapılmış. Ailesel sorumluluklar, emek harcamadan hazıra konulmuş bir zenginliğin beraberinde getirdikleri, basın dünyasındaki düzenbazlıklar, anlamdan çok biçime yüklenen aşırı değer ve pek çok konu, çok çocuklu ve varlıklı bir ailenin bireyleri arasında gelişen olaylar üzerinden ironik bir biçimde ele alınmış. İnanış, şöhret, aile gibi hayatımızda önemli rol oynayan kavramların nasıl ele alındığını, sıradanmış gibi görünen gündelik olayların çarpıcı sonuçlarına bakarak okuyucuya kazandırmak ister gibidir roman. Kitabın adından, yazarın son kitabı olup olmadığı sorusu akıllara gelse de Serencam, yani kitapta bahsi geçen ve dünyanın en uzun romanının adı olan Serencam, “bir işin sonu” demekmiş... İlginç olan şu ki, işin sonu kadar başında da ders alınacak pek çok şey var. “Sonuncu”yu okuduktan sonra, herhangi bir şey yazmaya başlarken giydiklerinize bile dikkat eder hale gelirseniz, sorumlusu Tahsin Yücel’dir, emin olabilirsiniz.

Kâğıt Gemiler

 Yazar: Ayşegül Çelik

Ödül almadan önce adını duymadığım pek çok yazardan biriydi Ayşegül Çelik... Biz daha geçmişteki büyük eserleri okumaya çalışırken, içinde bulunduğumuz zamanda öne çıkan yazarları gözümüze sokmak için beliren dönüm noktaları olarak varsayabiliriz ödülleri. Ödül alan eserleri, sadece bu nedenle bile takip etmek gerektiğini düşünenlerdenim. Bu anlamda, 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü alan Ayşegül Çelik’i tanıdığıma memnunum diyebilirim. Gizemli ve masalsı esintiler sezdiğim yazılarından, sadece biçim olarak sevdiğim için değil, aynı zamanda günümüzde bile gerçekliğini koruyan kan davası konusuna açıklıkla ve vicdanımızı hatırlatarak, tadında bir kadın duygusallığıyla değinebildiği için de keyif aldım. Öykülerdeki yer ve karakterlerin kesişmesi, acınası olayların ne kadar geniş bir doğaya yayılmış olduğunu hissetmeme neden olurken, yer yer büyük bir açıklıkla dile getirilen öğüt dolu satırları tekrar tekrar okudum. Ve öğrendim ki; sadece masallarda değil güzellikler, istersek biz de gerçek masallar yaratabiliriz… 


İstanbul Hatırası

 Yazar: Ahmet Ümit

Ahmet Ümit’in uzun zamandır beklenen kitabı İstanbul Hatırası, olayların klasik polisiye anlayışına bağlı kalınarak dizildiği, şüpheli olarak görülenlerin birkaç kişiyle sınırlı kaldığı bir roman olmaktan öteye gidemese de,  İstanbul’un tarihi hakkında bilinmesi gerekenleri güzel ve akılda kalıcı bir biçimde okuyucuya sunması sayesinde cazibesini belli bir seviyede tutmayı başarmış. Olayların sonunda,  katilin neden bu cinayetleri işlediği üzerine düşündüğünüzde bahsi geçen kişiler ve cinayeti işleme nedenleri arasındaki bağın çok iyi kurulamadığını hissedenler olacaktır benim gibi.  Zaten hangi cinayet kendini haklı çıkarabilir ki?

Zeynep’in, Dilber’in ve Ali’nin 8 Günü

Yönetmen: Cemal Şan

 Üç filmde üç ayrı karakterin 8’er günü anlatılıyor. Cemal Şan’ın birer yıl arayla çektiği filmler bir üçlemenin parçaları. Ortak tema, toplumdan kopuk bireylerin rutin hayatlarında aniden yaşanan dalgalanmalar ve sonuçları şeklinde özetlenebilir. Son derece sakin bir göle bir kaya atıp etkilerini izliyor gibi. Ama göl çok sakin… Filmlerin ilgiye mazhar kısmı burası. Nasıl ki güzel karelere sahip her film, iyi sayılamıyorsa, ağır ilerleyen her film de “sanat filmi” ya da “güzel” olamıyor. Hatta filmin yavaş ilerleyişi iyi planlanmamış ya da iyi işlenmemişse, ortaya kötü bir karışım çıkabiliyor. Belki Dilber’in 8 günü’nü dışarıda bırakarak şunu söyleyebiliriz: “yavaş yavaş ilerleyen sıkıcı filmler belki iyidirler ama ben anlamıyorum arkadaş” diyenler, iyi olmayan bir örneği için bu filmleri izleyebilirler. Belki bir ölçüt olabilir. Değinmeden bitirmeyelim, üçlemenin başrollerindeki kadınlar çok güzel fakat çok kötü oynuyorlar, erkekler çirkin ama nefis oynuyorlar. Ama yetmiyor işte.


HAZİRANDA ÖLMEK ZOR   
Hasan Hüseyin                                                   


                            orhan kemal'in güzel anısına 
  
işten çıktım 
sokaktayım 
        elim yüzüm üstümbaşım gazete 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sokakta tomson 
        sokağa çıkmak yasak 
  
sokaktayım 
gece leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
yaralı bir şahin olmuş yüreğim 
uy anam anam 
haziranda ölmek zor! 
  
havada tüy 
havada kuş 
havada kuş soluğu kokusu 
hava leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
ne anlar acılardan/güzel haziran 
ne anlar güzel bahar! 
kopuk bir kol sokakta 
              çırpınıp durur 
çalışmışım onbeş saat 
tükenmişim onbeş saat 
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım 
anama sövmüş patron 
       ter döktüğüm gazetede 
sıkmışım dişlerimi 
ıslıkla söylemişim umutlarımı 
             susarak söylemişim 
sıcak bir ev özlemişim 
sıcak bir yemek 
ve sıcacık bir yatakta 
             unutturan öpücükler 
çıkmışım bir kavgadan 
                    vurmuşum sokaklara 
   …

  asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
       ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
              söyler hangi güzelliği?
kökü burda
        yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
       göçtü memet diye diye
              şafak vakti bir çınar
           silkeledi kuşlarını
                         güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
                                                                      memet!»

 


bu acılar
bu ağrılar
              bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?
kim bu korku
        kim bu umut
ne adına
              kim için?
 
«uyarına gelirse
       tepemde bir de çınar»
             demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki
«manda gönü»
demek ki
«şile bezi»
demek ki
«yeşil biber»
bir de
memet'in yüzü
bir de
güzel istanbul
bir de
«saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü
usta
kaldı yürek sızısı
              geride kalanlara
 
nerdeyim ben
        nerdeyim?
kimsiniz siz
        kimsiniz?
 
yıllar var ki ter içinde
       taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
                      3 haziran '63'ü
bir kırmızı gül dalı 
                    şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
                    eğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
       yatıyor
usta
bir kırmızı gül dalı
              iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı 
                     
nâzım ustanın
 
gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
              şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
   

Haziranda Filistin’de Ölmek Zor

Kaya Tokmakçıoğlu

Kentli bir insanın toprağa alışması gibi bir şeydir ölüme alışmak. Aslında bir tür aslına dönmedir. Ölümün kokusu vardır mesela. Ağırdır! Eminim herkes bu kokuyu farklı deneyimler. Ama alışınca güzel gelir. Toprak kokusuna benzer. Niyeyse bana biraz da kıştan çıkmak üzere hazırlanan toprağın kokusunu anımsatır. Bu yüzden belki ölümün kokusunda biraz kaygı, biraz henüz olmamış olma, çiğ olma durumu, biraz da korkunun kokusunu hissederim.

Kayıp Renkler

Sel Yoldaş Akar

“Gidişleriyle dünyanın rengini eksiltenlere... hasretle...”
Yağmur başladığı gibi aniden durmuş, güneş bulutların arasından yüzünü göstermişti. Yağmurla gelen toprak kokusu konukluğunu sürdürüyor, güneşin ışıkları yağmurun oluşturduğu su birikintilerinin üstünde dans ediyordu...
Çocuk neşeyle çıktı evden. Toprak kokusunu ciğerlerine doldurmak için derin bir nefes aldı ve ağır ağır bıraktı nefesini. Toprak kokusu kaldı içinde... Mutluydu. Aniden bastıran yağmuru evinin camından izlemiş ve yağmur durur durmaz annesinin “üstünü başını kirletme” tembihleriyle çıkmıştı sokağa. Ellerini pantolonun cebine sokarak yaylana yaylana yürüyordu. Yürürken yağmur sularından kaçmak için yuvalarından çıkmış böcekleri ezmemeye dikkat ediyordu. Başını gökyüzüne çevirdi kocaman bir gökkuşağı gökyüzünde bütün güzelliğiyle duruyordu. Daha iyi görebilmek için yanyana yapılmış çok katlı binaların arasında bir vaha gibi duran küçük parka yöneldi. “Caddeye çıkma sakın” diye seslendi annesi. Parka geldiğinde gökkuşağını daha iyi görebiliyordu. Dikkatle baktığında gökkuşağında bir şeylerin eksik olduğunu fark etti. Mavi rengi yoktu gökkuşağının. Maviyle diğer renklerin karışımından oluşan renkler de yoktu. Gökkuşağını gördüğü andaki sevinci kayboldu. Mavi’ye ne olduğunu düşünmeye başladı. Çevresine baktığı anda daha önce mavi olduğuna emin olduğu bir binanın da renginin değişmiş olduğunu fark etti. Maviyi bulmalıyım... Gökkuşağının mavisini çalmışlar. Maviyi bulamazsam hiçbir şey mavi olmayacak... diye düşündü.

Yer altında ezilenler...

Seçil Ercan


Bu yazıyı yazdığım dönemin, gündemle örtüşmesi bir tesadüf değil. Kader hiç değil. Çünkü özellikle 2004 yılında özelleştirmelerden sonra maden faciaları artışa geçti. Sırf 2010’un ilk 5 ayında 42  patlamada 37 işçi öldü. Yazının denk gelmesi gibi olayların kendisi de elbette kader değil. Maden ocaklarında, tersanelerde yaşananlar olsa olsa bir cinayet (katliam/iş cinayeti)… Olsa olsa bir “sınıfkırım”…

Condition of Modern Man

 Tuba Karaboz
İşte tüm ihtişamıyla modern man
Emek film sunar.
Zırhlara bürünmüş
elinde mızrağı başında miğferi
ölümüne savaşa hazır
Gözlerine Don Kişot yerleşmiş
Kulaklarında Michel Foucoult
Ağzında sıkışmış Wittgenstein
Mızrağı,mağrur Nietzsche
Alnında yazılı Hegel
Miğferi sımsıkı sarmış başını
Baudrillard miğferin ucundaki dalgacı bir tüy
Plato tabanlardan dayanıp,
ayaklarda sağlam bir yer edinmiş.
Sade arsızlıkla kalçaya ve cinsel organlara
egemen olmuş
Freud,göbek deliğinden sarkıyor.
Eller Becerikli Mill'in elleri
Ve karşısında devasa düşmanı

bir uğurböceği.
Modern manimiz şaşkın dehşete düşmüş
kulakları uğulduyor
alnı kırışmış
dili kesik konuşamıyor
bir de altına yapmış
miğferi sıkıyor
ayaklarında mayasıl
yaşlı elleri titrek,zorlanıyor mızrağı tutmakta
uğur böceği umarsız..