Şeffaf Perde

Ezgi Mavigöz

 Tuhaf… Bu kez ne istediğini biliyordu. Olasılıkları hesaplamasına gerek yoktu üstelik. Ya yazacaktı ya da tembellik edip kalemi uzak bir yere fırlatacaktı. Eğer bunu yapmazsa (kalemi fırlatmaktan bahsediyoruz) potansiyel vicdan azabı gittikçe güçlenecek ve gemici düğümü yaptığı zincirlerini bile kıracaktı. Evet, yazacaktı bugün, şu anda. İstekleri söz konusu olduğunda genellikle illet bir kararsızlıkla boğuşurdu; bu yüzden kararını verirken gözü pek davrandığı için mutlu oldu. Bir hevesle tuttu uzun süredir ihmal ettiği tek dostu kalemini… Ancak, anlık sevincin yerini karamsarlığın alması pek uzun sürmedi. Ne yazacaktı peki? Zihninde binlerce kelime dönüp duruyordu; anlamlı anlamsız cümle parçacıkları birer ikişer önüne diziliyordu.
……


Sonra ansızın hatırlayıverdi onu dostuna sarılmaya iten olaycığı. Yarım saatte geçilmesi beklenen aslında beş dakikalık mesafede, yine trafiğe takılan otobüsün camına sürekli karışık olan kafasını yaslamışken gördüğü, küçük bir çocuk bisikletini ardınca sürükleyen amcanın hâliydi bu. Amcanın memur emeklisini çağrıştıran duruşunu düşünüyordu ki aynı hizada yürüyen teyzeyi fark etti. Kadının gözleri huzur saçıyordu ve yüzündeki dingin ifade elmanın diğer yarısı olduğunu haykırır nitelikteydi. Yeşil, güzel bisikleti muhtemelen torunlarına götürüyorlardı. İçinden bisikletin ne büyük bir sevinçle beklendiğini geçirdi. Bu sırada otobüs hızını arttırmaya başladı; yaşlı çiftin görüntüsü gittikçe silikleşirken yazar müsveddesinin altı yaşındaki silueti beliriyordu otobüs camının arka tarafında… Güneşin en tepede olduğu vakitte, altın sarısı kum ile kaplı bir düzlükte yalnızdı, tabii pembe bisikletini saymazsak. Gerçi bu bisiklet üç tekerlekli ve küçük olanlardandı. Zaman zaman dizlerini bisikletin direksiyonuna çarpsa da onun sayesinde pek eğlendiği aşikârdı. Evleri yokuş üzerindeydi; düzlüğe ulaşmak kolay sayılmazdı. Bu yüzden güneşin yakıcılığına aldırmadan dar alanda bir ileri bir geri sürdü bisikletini. Karnından gelen sesleri bastıramadığındaysa evine dönmeye karar verdi. Üçüncü adımda altın sarısı düzlük paket taşlı yokuşa dönüşüverdi; zaten ne olduysa o zaman oldu. Sol eliyle kavradığı bisiklet küçücük parmakları arasından kaydı ve yokuştan aşağı yuvarlanmaya başladı. Bizimki de yetişip yetişemeyeceğini bile tartmadan koşmaya… Sanki tüm derdi rüzgârla yarışmaktı. Pembe bisiklet bir yanda çıkmış üçüncü tekerlek öteki tarafta ve bizimki parçaların ardı sıra… Yolun sonunda bisiklet duvara çarpıp durdu. Yorgun savaşçı ağırlığınca bisikleti kolunun altına alıp evin önüne kadar taşıdı. Peşinde sürüklendiği oyuncağı içeri sokacak takati bile kalmamıştı. Sonunda dayanamayıp yemeğini yemek için değişik cephelerden bakınca kat sayısı değişen ama müstakil kabul edilebilecek evlerine girdi. Karnını doyurup yerinden çıkan tekerleği ait olduğu yere takmaya çıkmıştı ki ortada ne pembe bisiklet ne de ondan ayrılmakta inat eden tekerlek vardı.
……
Kaybolan bisikletle beraber şeffaf perdedeki sahne bir kez daha değişti. Bu sefer gördüğü, kan çanağına dönmüş gözlerinden ibaretti. Ân’ın gerçekliği ile afalladı; gözlerini gözlerinin yansımasından uzaklaştırdı. Ancak bakışları önce kalemi sıkıca kavramış eline, sonrasında ise önünde sırılsıklam duran kâğıda takıldı. Kâğıdın tepesinde büyük harflerle yazılmış iki sözcüğe rastladı: İLK KAYBEDİŞ. Artık hiçbir şey için, o yeşil bisikletin müstakbel sahibi çocuk kadar sevinemeyeceğini düşündü. Hiçbir şeye yetişmek uğruna rüzgâra rakip olamayacağını… Yazmaktan yola çıkıp kaybettikleri ve kaybedecekleri arasında kaybolmuştu; fakat yine yazmayı becerememişti.
Neyse ki otobüs son durağa yanaşmak üzereydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder