Çekmececilerden

Hikâyelerimiz var demiştik anlatmaya değer bulduğumuz. Kasım ayında çekmecelerimizi açtık ve kimi zaman tebessüm ettiren kimi zaman dudak büktüren öykü ve yazılarımızla sizleri baş başa bıraktık.
Yapıcı eleştiriler aldık, gereğinden fazla göklere de çıkarıldık. Oysa ki amacımız sadece hayatı biraz daha anlamlı kılabilmek.
Aralık sayımızda dört öykü, bir şiir ve bir gezi yazısı bulacaksınız. Hedeflediğimiz kitap, film ve oyun tanıtımları bölümümüzü de bu sayıyla birlikte hayata geçiriyoruz. Ayrıca Ümit Şenesen hocamıza bundan 28 yıl önce yazmış olduğu bir şiiri “çekmeceden indirme” inceliğini gösterdiği için teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Bizi gördüğünüz her an birer Çekmece talep edin. Çekmece’yi okuyun, okutun. Biraz da bunun için yazıyoruz çünkü. Sıcaklığımızı sizlerle paylaşabilmek için.
Önümüzdeki ay görüşmek üzere.
Dostlukla…

Yazar Olmak İstiyorum

Tolga Kaya

Fakültedeki odasında oturmuş saatlerdir duvarlara bakıyordu. Kahve ile sigara içmekten başı dönmeye başlamıştı. Hava soğuktu. İstanbul’u kar kaplamıştı. Haberlere bakılırsa karın bir haftadan önce kalkacağı yoktu. Okullar tatil edilmişti. Bunu evden çıkmadan önce bilseydi çok daha iyi olacaktı. Başıboş yürüyüşler için sokağa çıkıp, bol bol düşünmek için hiç de uygun bir gün değildi. Pencereden dışarıya baktı. Rüzgâr biraz olsun dinmiş gibi görünüyordu. Paltosunu giydi, beresini taktı. Başıboş bir yürüyüş için sokağa çıkıp bol bol düşünmeye karar vermişti.
“İnsan neden yazar”, diye soruyordu kendine. Uzun zamandır bir şeyler yazmak istiyordu. Ne var ki, yazacak bir şeyi yoktu. Öyleyse neden bir şeyler yazabilmek için çırpınıp duruyordu? İçinden bir ses, bu sorunun cevabının çok önemli olduğunu söylüyordu. Sanki cevabı bulduğunda yazmak ya da yazmamak gibi bir sorunu kalmayacaktı.

Birleşmeyen Sözcükler

Umut Gündüz

Bekçi kulübesi daracık. Üç adıma iki adım. Dikkati dağıtıyor diye televizyon, bilgisayar yasak. Sadece radyonun sesi var. İhtiyarların sesinden, eski türküler. Şöyle bir tepeden, sararmış buğday tarlalarına bakarken yahut sevgilinin hayaliyle içilen rakıyla birlikte iyi giden türküler. Ama pencerenin önünde uzanan geniş otoparka bakarken olmuyor. Karanlık da olmasa…
Çalışanların gittiği yönün tersine giden otobüs genelde boş olur. Uyuklayarak gelir evine. İki göz, badanası dökülmüş ev dağınık, kirli, kimsesiz.  Öğle sonuna kadar uyur. Mahalleden tanıdığı birkaç arkadaşının iş çıkışlarında gittiği kahveye uğrar. Oyun oynamadan bir iki çay içer. Yancılarla pek konuşan olmaz. Sıkıcıdırlar. Oyunun heyecanına denk düşmeyen sıradan konulardan söz açarlar. Bunu bildiğinden pek konuşmaz, sessizce bekler. Kahve de çay da çok sevdiği şeyler değil ama akşamüstleri gidebileceği başka bir yer... 

Duvar

Ümit Şenesen
Duvar dediğin ne ki,                           
On beş santim!
Bu yanda sen varsın,
O yandaki kim?
Aranızda asılmış
Sırt sırta iki ayna.
Ne yansıtır içinde
Bakarsınız boyuna?
İster duvarı kaldır,
İster aynaları sil.
Kim kimi görür
Belli değil…

1981


"Felix in Exile" William Kentridge 1994.




Âciz

Kaya Tokmakçıoğlu

İlaç mı, havagazı mı diye düşünüyorsun. Kavurucu bir ağustos sıcağı, üzerindeki gömleği sırılsıklam yapmış. Pencere aralığından süzülen hafif bir rüzgâr boynundan ayakuçlarına doğru iniyor. Ürperiyorsun. Denize doğru inen sokak boyunca bir adamla bir kadın geçiyor, belki sarhoş. Adama imreniyorsun. Sadece tensel bir istek değil bu. Seni yaşamın boyunca en iyi kadınlar anladığından biraz da. Önce annen, sonra mahallede futbol oynarken kaleye geçirdiğiniz Arzu, üniversite yıllarında Günseli, sen büyüyüp adam olunca Rüya, sonra ve en son tekrar annen. Ama şimdi hiçbiri ortalıklarda yok. 



Berlin Hâlleri

Murat Engin Ünal

Geçtiğimiz Eylül’ün sonu ve Ekim’in başında fakülteden beş arkadaş, bizim okulda bulamayacağımız, yoğunlaştırılmış bir derse katılmak için üç hafta boyunca Berlin’deydik. Ders hafta içi, sabah 9’dan akşam 5 buçuk, 6’ya dek sürmesine ve cumartesi de yarım günümüzü almasına rağmen Berlin’e dair bazı tespitler yapabilecek, kültürlerini ucundan da olsa tanıyabilecek kadar gezdik.
İlk tespitimiz Berlin’de ne kadar çok Türk yaşadığı oldu. Havaalanında uçaktan inişimizden, 3 hafta sonunda tekrar uçağa bindiğimiz ana dek, ne zaman soru soracak danışacak birini arasak etrafımızda mutlaka bir Türk bulabildik. Türkçeyi zor konuşanı konuşamayanı, bıçkın delikanlısı kızı, akademisyeni, manavı, bakkalı yani hayatın her alanından ve tüm yaşam tarzlarından Türkler gördük.

İki Dil Bir Bavul

Yönetmen: Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan
  
     Filmin anlattığı, yanı başımızda yaşayan ve Türkçe’yi ilkokulda öğrenen arkadaşlarımızın, ağbilerimizin, ablalarımızın, kendimizin trajik-komik hikâyesidir. Yıllardır yaşanan, gözlenen, dinlenen, kimilerince de abartı bulunan bir durum abartı içermeyen, yalın ve güzel bir belgesel olarak aktarılmış. Son zamanlarda yapılan “açılım” tartışmalarını, öznelerin yaşadıklarını göz önüne alarak değerlendirebilmek için güzel bir fırsat sunuyor. 
   Çoğunluğun farkında olmadığı çarpıklıklardan birisini anlatan güzel bir film. İnsanların yokluklarına üzülüyorsunuz; daha Türkçe bilmeyenlere okuma yazma öğretmeye çalışmanın garipliğini fark ediyor, üstelik doğudaki köylere ancak yeni mezun öğretmenleri gönderilebildiğimizi görüyorsunuz. Durumu tüm basitliğiyle ortaya koymuşlar. Bence gidin.


Bornova Bornova

Yönetmen: İnan Temelkuran

  Bizim bir bakışmamız oldu”
Herkesin okula ya da işe gittiği saatlerde mahallede kalan erkeklerin hikâyesi. Sakin akan bir film. Geçim sıkıntısı, kadın erkek ilişkilerindeki çarpıklık ve serseriliğe bulanmış nostaljik bir mahalle ağbiliği ilk dikkati çekenler. Filmden çıkıp yürürken, 80 sonrası yozlaşmaya ve yalnızlaşan bireyin çıkmazlarına göndermeler anlaşılmaya başlanıyor. Antalya’nın portakalları ne kadar güvenilmez hale gelmişse de, bu sefer jürinin seçimine kulak vermek gerekiyor.

  Bornova Mornova
Filmin ele aldığı konular, günümüz gençlerinin yaşadıkları genel sorunlara işaret etmekte, bu açık. O zaman, bu gençlerin nerede yaşadığının ne önemi var diye düşünüp  ‘Ha Bornova Ha Mornova’ dedim ben de. Ama bir de baktım ki, Bornova’nın kelime anlamı Farsça kökenli olup ‘dış, harici’ anlamına gelmekteymiş.... Yönetmen, kelime oyunu seven biri midir, yoksa bu zorlama sadece kendimi tatmin etme çabası mıdır bilinmez. Ama kenar mahalle çocuklarının, bir bakıma ‘dış’lananların isyanına kulak verdiğimiz bu filmde, kimlerin neyi nasıl ‘dış’lamaya zorladığını gördüğümüz yetmiyor, en yakınımızdakinin bile ne kadar dışımızda olabileceğini görüyoruz...

Looking For Eric (Eric’i Aramak)

Yönetmen: Ken Loach

   Cıvata deliğine de girsen, gelir seni bulurum. Neden biliyor musun? Çünkü ben bir postacıyım.”
“Ekmek ve Güller” ve “Özgürlük Rüzgarı” filmlerini izledikten sonra, kafanızda oluşacak Ken Loach tarzını, sadece sinematografik açıdan bulabileceğiniz bir film. İkiye bölünen kişiliğinin diğer parçasını Eric Cantona ile dolduran postacı Eric Bishop’un geçmişiyle yüzleşmesi, işi ve ailesiyle sorunları konu ediliyor. En büyük destek Eric Cantona ve Manchester United’dan.  Dostluk güzel şey, üstelik kötülerle de dostlarımız sayesinde başa çıkabiliriz, tamam. İzlemesi de gayet keyifli. Ama bu kadarını pek çok yönetmen yapabiliyor. Ken Loach’dan başka türlü derinlikler bekliyorum açıkçası.

    Popüler kültür öğelerinin hayatımızın hangi noktalarına ne derece dahil olabildiğini gördüğümüz filmde, günümüzün vazgeçilmezlerinden olan futbol, youtube vs gibi eğlence araçlarının sanatsal bir şekilde ele alınışına tanıklık ederken şaşırmıyoruz. Çünkü bizler de onlardan biriyiz. Peki, biz de Eric gibi kendimizi, şizofrenik ruhumuzun en yakın dostu olan bir futbol kahramanında mı arayıp bulmalıyız? ‘Tabi ki de hayır,’ dediğinizi duyar gibiyim. Ama sıradan insanların popüler kahramanlarının onlara verdiği güç, bazen yıllar sonra bir sevgiliye kavuşma çabasına bile dönüşebiliyor. Üstelik bu duruma tanıklık eden seyirciye çok keyifli dakikalar sunabiliyor.

    Hayran olduğu ünlü bir futbolcuyla kurduğu şizofrenik ilişki sayesinde, hayatında ters giden bir takım şeyleri çözmek için sahip olduğu gücün farkına varan (uyuşturucunun da etkisiyle tabi) Eric’in, insanın içini buran gariban hallerini tebessüm ile izliyoruz. Pek orjinal olmayan konusu kaliteli oyuncular sayesinde kotarılmış olan film, hassas yerlere herhangi bir film kadar dokunuyor, bu anlamda sizi çok sarsamıyor. Yine de izlemeye değer.

Her dağın gölgesi Deniz’e düşer


Yazar: Evrim Alataş

Akrabalardan, dostlardan dinlenilen hikâyeleri bir destanmış gibi dinleyip “Biz neden böyleyiz?” sorusuna cevap arayan 80-90 kuşağı gençlerin, yani bizim, kolayca okuyabileceğimiz ve aradığımız cevabı bulabileceğimiz tarihi bir masal. Cumhuriyetten günümüze, bir Alevi Kürt köyünün suretinde beliren tarihimizi okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.

Tehlikeli Oyunlar

Seyyar Sahne

Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabını daha önce okumamış olan ben için güzel bir oyun. Oğuz Atay’ın kitabının bir filme ya da tiyatro oyununa uyarlanmasının ne kadar zor bir iş olduğu gerçeğini göz önüne alırsak, bir de kitabı okuyup izlemek gerekiyor belki de oyunu. Kitabı hâlâ okumadım, ama kitabı daha önce okuyup oyunu izleyen kişiler arasından seçtiğim rassal olmayan örnekleme göre de oyun çok güzel bir uyarlama olmuş. İTÜ İşletme Fakültesi’nde oynayan bu oyunu hâlâ izlememiş olanlar varsa… Söyleyecek pek bir şey bulamadığım için dört yaşındaki yeğenimin masumiyetine sığınıp “Aferin size aferin, başka bir şey demiyorum, aferin” diyorum.  (www.tehlikelioyunlar.net)

Çıkarken

İnsanların bir bildikleri var. Hikâyeleri, dertleri, yorumları var. En beğenmediğinizi oturtun karşınıza, ağzı açık dinleyebileceğiniz, en az yarım saatlik bir meramı var. Küçük bir fırsat sunulsun yeter ki.
İşte biraz böyle başladık. Sonra dedik ki çok tüketiyoruz, biraz üretelim. Hız çağındaymışız, biraz yavaşlayalım. Topluca bir sıkılmışlık, bir tıkanma hali. Biraz gevşetelim dedik vidaları.
Gevşettik, pek güzel oldu.
Büyük iddialarımız yok ama küçük hedeflerimiz var.
Heyecanlıyız. İlk sayımız bu heyecanla çıktı. Eksik kalan çok şey oldu. Bazı şeyleri de fazla yaptık mı, henüz bilmiyoruz.
İleriki sayılarda film eleştirileri, kitap tanıtımları, etkinlik tavsiyeleri ve pek çok konu ile karşınızda olmayı hedefliyoruz.
İçeriğimizi zenginleştirmek isteyenlere kapımız sürekli açık.
Kervanın biraz da yolda dizileceğini umuyoruz.
Tüm yolculara,
Merhaba…


İnsana Yakın

Pınar Dursun

Tenefüs arasında yediğimiz çikolatanın, ağızdaki lekesine karışmış olan mutluluğu çok gördüler bize.. Her sene keyfekeder değişen sınavlar için çözmemiz gereken testleri, 5 dakikaya sığdırdığımız futbol maçlarına, ip atlamalara yeğlediler.. Zili duyar duymaz koşan çoşkumuzun ayağını incittiler.. İçimizdeki çocuğu çocukken öldürdüler..  Ürettiğimiz tek şey Adana, Bursa, Ceyhan, Diyarbakır ve Edirne oldu uzun yıllar.. Dolayısıyla, hissettiklerimizi ifade edebilme, yani fütursuzca üretebilme yetimizi de yaraladılar..

Özlemişim Seni

Tolga Kaya

Hep böyle oluyor be Zobo! Unutuyorum. Hayatın aslında ne kadar da vurdumduymaz; o kadar çabaya, mücadeleye değmeyen, soğuk bir adaleti olduğunu unutup gidiyorum. Diğer yağmur damlalarının arasına karışıyorum. Hepimiz biliyoruz düştüğümüzü, nereye gittiğini bilmeden boşlukta süzüldüğümüzü. Tekrar tekrar söylemeye ne gerek var ki? Başka türlü yaşanmıyor. Oysa bir kenarından tutunabilmek için hayata ne çok şeye katlanmamız, gözlerimizi kapamamız gerekiyor.

Sabah Sabah

Umut Gündüz

Odasına girer girmez hazırladığı kahve soğurken e-postalarını kontrol edip cevap verilmesi gerekenleri cevaplamıştı. İki elini, yeni uyanmış gibi sıkıp yukarıya kaldırarak uzun uzun vücudunu gerdikten sonra, kalkıp perdeyi ve pencereyi açtı. Döndü odaya şöyle bir baktı. Güneş ışığının odaya doluşmasıyla birlikte havada uçuşan toz zerreleri görünür olmuştu. Toz havuzunda iki geniş kahverengi masa, masaların ikisinde de birer bilgisayar, bir sürü kitap… Masaların hemen yanlarında duvarlara yapıştırılmış iki kitaplıkta çokça kitap, yüksek tavanda birisi çalışmayan iki floresan lamba.

Yazmalı mı Yazmamalı mı?

Didem Çınar

Tam da bir isim bulmuştum. Sadece ismi vardı. İsmi olunca cismini yaratmak daha kolay olur, hatta belki kendiliğinden gelir sanmıştım. İsmini koymak yıllardır yapmak istediğim şey için iyi bir başlangıçtı: Ütopyamı kaleme almak… Ütopyamı yazacaksam eğer, bu işin mihenk taşı olan Thomas More’un Ütopia’sını okumadan yazmamalıydım. Okudum ve okur okumaz ütopyamı kaleme almayı bir süreliğine erteledim.
Ütopia, Thomas More tarafından 1518 yılında yazılmış. Bir sohbet esnasında yeni dünyayı keşfetmek için yola çıkan bir gezginin ağzından Ütopia adlı bir ülke anlatılıyor. Eski dünyaya (Avrupa’ya) benzerliği çok az. O döneme göre oldukça radikal bir ülke Ütopia. Uzun uzadıya Ütopia’yı anlatmayacağım ya da yüzlerce yıl önce yazılmış, bilim kurgu rafında ararken felsefe rafında bulup aldığım bu kitabın eleştirisini de yap(a)mayacağım. Beni kendi ütopyamı yazmamdan alıkoyan nedeni paylaşacağım sadece.

Bilim ve Devrim: NEWTON

Kaya Tokmakçıoğlu

Marx, “Kapital”de görüngü ile öz arasında fark olmasaydı, bilimin kendisine gerek kalmazdı tespitinde bulunur. Bilimsel dünya görüşü bizlere yabancı bir kavram değil. Arkasındaki nice emeğin, çabanın varlığı; bugün insanı, dünyayı ve evreni daha rahat kavramamıza yardımcı oluyor. Kuşkusuz birikimli bir süreç bilim tarihinin kendisi ve bu süreçte baş rolü oynayan aktörler insanlık tarihine adlarını altın harflerle yazdırmışlar. Söz konusu Sir Isaac Newton olduğu zaman biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Aynı anda fizikçi, matematikçi ve gökbilimci olan bir dehadan söz ediyoruz. Newton’da deha disiplinle buluştuğu için insan Tanrı’ya daha da yaklaşıyor, yaratıma ortak oluyor.

Çelişki ve Çözümü


Murat Engin Ünal

İnsan hayatta işe yarar birşeyler yapıyor olmayı istemez mi? Peki işini yaparken zevk almak istemez mi? Saatlerce uğraşsa bile gocunmayacağı, ertesi gün gene hem de tutkuyla yapmak isteyeceği bir çalışma alanı tüm akademisyenlerin rüyası değil mi? Ben de hem zevk alabileceğim hem  de kendimce anlamlı bulduğum işler yapmak istiyorum. Ancak bir türlü işin içinden çıkmıyorum. İşte sebepleri...
İTÜ Endüstri Mühendisliği öğrencisi olarak beynime kazınmış bir yaklaşım var: çekme sistemi ve yalınlık. Bunların akademik hayata yansıması şudur: bir çalışmaya başlamak için yegâne tetikleyici, bir problemin varlığı olmalıdır. Burada problem talebi, çalışma da arzı teşkil etmektedir. Çekme sistemi de arzın talebi takip etmesi gerektiğini söyler. Yalınlık ise problemleri çözmek için basit sistemler kurulması gerektiğidir. İki kavram da ne yazık ki benim akademide yapmak istediklerimle artık örtüşmüyor.