Çıkmaz Yol

Umut Gündüz

 “Sen hayatın en güzel renklerinden birisin” dedi. Bana dedi. Gözlerini birazcık kısıp dosdoğru yüzüme bakarak…  Hem de o dedi.
Önce cevap vermedim. Kızardım mı bilmiyorum ama sevindiğim her halimden belli olmuştur. Bu mutluluk, ayak bileklerimi karıncalandıran, karnımdan mideme oradan ağzıma doğru basınç yapan bu mutluluk olgunlukla karşılanacak gibi değil. Hemen “esas sensin o, hem de en güzelisin, hatta sen rengârenksin” diye bağırıp oynamaya başlamalıydım. Harmandalı ya da Ankara oyun havalarından bir tane. Ama durdum biraz, sakinleştim.

Esmer Bir Mavi

Sel Yoldaş Akar

Dar sokaktan aşağıya doğru yürüdü. Sokağın sonuna geldiğinde süratli bir rüzgâr esti. Montunun önünü kapattı. Karşıda, meydanın hemen önünde, ada iskelesi duruyordu. İskelenin davetkâr bir dost gibi iki yana açık kapısından içeriye girdi. Küçük bir salondu burası. Bekleme salonu, içinde yer alan birkaç eski bank ve küçük gişesiyle modernizmin unuttuğu bir sığınağa benziyordu. Duvarda salona göre fazlaca büyük bir saat vardı. Vapur iskelesinin saatleri her zaman doğru vakti gösterir diye düşündü. Son seferi yapacak vapurun gelmesine yirmi dakika vardı. Aslında, evden biraz daha geç çıkabilirdi. Fakat son seferi kaçırmayı göze alamadı.

En İyi Dostum


Ayşe Orbay Kaya

En yakın dostum, en iyi arkadaşımmış. Bilmiyordum. Onu terkettikten sonra anladım. Onu terkettikten bir kaç saat sonra değildi belki ama bir-iki günden fazla da sürmedi bunu anlamam. Bana bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum.
Kendi kendime konuştuğumu, düşündüğümü, olayları değerlendirdiğimi zannettiğim zamanlarda oymuş beni ayakta tutan. Şimdi her şey yeniden başlıyor. Kendimi yeniden tanımam gerekiyor. Ayrıca yeniden tanıtmam gerekiyor. En sinirli, en mutsuz, en çaresiz hissettiğim anlarda duygularımın tüm yoğunluğunu o taşıyormuş.

Avrupalı İki Sürgün

Kaya Tokmakçıoğlu

Her yaşam biriciktir, kendine özgüdür. Kalemi kağıdın üzerine koyarsınız ve yazmaya başlarsınız, elinizi kaldırmadan. Silgi kullanamazsınız, çünkü tükenmez ve hatta dolma kalemle yazıyorsunuzdur. Biricikliğinize imza atarsınız böylece. Yaşamöyküleri de böyle değil midir? Üçüncü sayfa gazete haberlerini açtığınızda, size kahveye gelen bir dostunuz tanımadığınız birinden bahsederken, bir ansiklopedi maddesinde Cilalı Taş Devri insanlarının ya da  Mısırlılar’ın gündelik yaşamlarını okurken hep aynı tepkiyi vermez misiniz? Yaşamın olağanüstülüğünü anımsarsınız ve belki de onun ölüme yazgılı olduğunu düşünerek iç geçirirsiniz. Nedir sizce o zaman yaşamı anlamlı kılan? Para, sevgi, dostluk, haz ..? Geride bıraktıklarımız dediğinizi duyar gibiyim. Bu kimi zaman binlerce öğrenciye anadillerini yazıp okumayı öğretmekken, kimi zaman yapılan elmalı bir kurabiye olabilir. Bazen sizi sevenlerdir geride bıraktıklarınız, bazen de onlarca eser. Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ı 19. yüzyılın büyük yazarı Honoré de Balzac hakkında yazmaya iten de Balzac’ın geride bıraktığı “yaşam” olsa gerekir.



Trende

Aslı Umut İbikli

Tren Haydarpaşa’dan hareket edince seviniyorum. İstanbul’dan ara sıra uzaklaşmak iyi geliyor. Her ne kadar bu uzaklaşmam gezi amacı taşımasa da ve günübirlik olsa da.
Kocaeli’ne “Stres Yönetimi” seminerine gidiyorum. Beni strese sokan şeylerle bana huzur veren şeyler neler biliyorum; seminer sonunda stresine hâkim, huzurlu bir insan olamayacağım da malum ama yine de merakla yoldayım. Yarısında kaldığım kitabımı yolda bitireceğim. Cam kenarındaki koltuğumda bir buçuk saatlik rahat bir yolculuk beni beklemekte. Bostancı’dan birçok kişi biniyor. Pendik ve sonrasında binenlerin ise oturma şansı hiç yok. 10.40 treni hep böyle kalabalık oluyor. Bir kısım yolcu Kocaeli’nde iniyor fakat arkamda bıraktığım daha çoğu Adapazarı tarafına devam ediyor. Her cumartesi sabahı bu kadar çok insan o tarafa gidip ne yapıyor merak ediyorum ama tahmin de yürütmüyorum; hiçbir fikrim yok.

Büyü


Cumhur Ekinci

Sen bir umutsun
Ben söylem
Gözlerindeki büyüyü izlerim
Sırrın çözemem
Aşkım kaçkın mahpus
Eleveremem
Çığlığımın yankısı sessizlik
Önüm göremem

Paris, 2007

Kış Güneşi

Tolga Kaya

Gölgelerle anlaşmış,
Süzülmüş yavaş yavaş,
Tutunmuş bir rüzgâra,
Kış günü açmış güneş.

Mavi ipekten kumaş,
Alev alev buruşmuş,
Sarmış Kız Kulesi’ni,
Gümüş rengi bir telaş.

Işıklı bir sırmış kış,
Sulara fısıldanmış,
Dalgaların alnına,
Nakış nakış yazılmış.

Tekneler bir şiirmiş,
İnci gibi dizilmiş,
İstanbul’da o sabah,
Kuşlar bile şairmiş…

Ocak, 2010.

Soul Kitchen

Yönetmen Fatih Akın
    Tezat karakterlere sahip iki kardeşin hikayesini anlatan film, bu tezatlığı komik bir dil ile sunuyor bize. Farklı işlense izleyiciyi koltuğa gömebilecek bir konuya kahkahalar attırmak Fatih Akın’ın başarısı olsa gerek. Müzik konusudaki seçiciliği diğer  filmlerindeki kadar olmasa da kendini hissettirerek filmi nitelikli kılmış. İzleyin muhakkak derim ben.

    Eski ama sıcak bir mekana sıkışıp varolmaya çalışan bir kaç insan... Onların ayakta kalma çabası ve tutunurken bir arada oluşları... Hikaye bunları anlatıyor, oyuncular da iyi oynuyor. Komedi kısmı absürd sayılabilecek durumların hikayenin içine serpiştirilmesinden ibaret ama iyi gülüyorsunuz. Bu sıcak filmi mutlaka seyredin.

Abdümecit

Yazan: Hıfzı Topuz
2009’un son aylarında okurlarıyla buluşan ‘Abdülmecit’, bir çırpıda, keyifle okunabilen yaşamöyküsel bir anlatı. Hıfzı Topuz son kitabında “16 yaşında tahta çıkan, büyük aşklar ve acılar yaşayan, Mustafa Reşit Paşa’nın çabalarıyla Tanzimat’ı ilan eden, genç yaşta yaşama veda eden zarif ve duygusal bir padişahın hüzünlü öyküsünü” anlatıyor. Kitap, aynı zamanda, Osmanlı Devleti borç batağında can çekişirken, sarayın nasıl bir savurganlık ve sefahat dönemi içinde olduğuna da ışık tutuyor.  Topuz’un, kitabını yazarken Sultan Abdülmecit’in yaveri olan büyük dedesi Hüseyin Şerif Paşa’nın hatıralarından faydalandığı biliniyor. Ne var ki, eser, başta Abdülmecit olmak üzere saray karakterlerinin iç dünyaları hakkında derinlikli resimler sunamıyor. Roman kurgusu da, yazarın dedesinin anıları ile süslense de, Abdülmecit’in başından geçen önemli olayların kronolojik bir sıraya dizilmesinden öteye gitmiyor. Yine de, temiz bir dille kaleme alınmış, okunmayı hak eden, sürükleyici bir anlatı ‘Abdülmecit’.

Lavinia

Yazar: Ursula K. Le Guin

Varlığım yüzyıllar boyu sürecekse eğer, en azından bir kerecik ortaya çıkıp konuşmam gerekir.”
Aeneas, Roma imparatorluğunun atası sayılan bir kahramandır. Truva’nın düşüşünden sonra kaçıp, yeni bir yurt aramış ve çeşitli maceralardan sonra soluğu günümüzün İtalya’sında almış. İtalya’da da Yunan kolonisini yenip, Kral Latinus’un kızı Lavinia ile evlenmiş. Yeni bir kent kurmuş, Lavinium. Genellikle bilim kurgu ve fantastik kitaplar yazan Ursula Le Guin, bu kitabında farklı bir şey deniyor ve destan-kurgu yazıyor. Bu kahramanlık hikâyesinde önemli bir yer tutmayan Lavinia, kendi hikâyesini Le Guin’in kalemiyle anlatıyor. Erkek kahramanların, erkek maceralarının anlatıldığı bir destanın söz verilmeyen kimsesi, söz hakkı alıyor ve destanı yeniden anlatıyor. Bir savaşçının değil, bir kadının merkezinde olduğu alternatif bir destan anlatısı okumak isteyenlere bu roman ilginç gelebilir.


Erken Kaybedenler

Yazar: Emrah Serbes

 Tutunamayan ya da tutunmaya çalışan erkeklerin ergenlikle erkeklik arasına sıkışıp kalmış hikâyelerini Emrah Serbes’in anlatımıyla okumak gerçekten çok zevkli. Kadın gözüyle okunduğunda cinsiyetler arasındaki ergenlik döneminin ne kadar farklı olduğunu görmek bilindik sanılan gerçeği çok daha vahim ve çarpıcı gösteriyor. “Böyle bir kaygıyla mı yazılmış?” derseniz, bilemem. Ama benim için böyle de bir anlamı oldu kitabın. Vapurda, evde, otobüste kendinizi tutamayıp kahkahalarla güleceğiniz trajik ve komik hikâyelerle dolu.

“Ne var ki, ben de yazarım böyle” diye başlıyorsunuz kitaba. “Çok eğlenceliymiş” diye devam ediyorsunuz. Bilindik hikayelerin nitelikli yazımla birleştiğini anladıkça hayranlık duymaya başlıyor, “keşke ben de böyle yazabilsem” diye bitiriyorsunuz. Rahat bir dille yazılmış kitap, kolay okunuyor, hızla bitiyor. Ağızda çok güzel bir tat bırakıyor. Kesinlikle atlanmaması gereken bir kitap, dikkat edilmesi izlenmesi gereken bir yazar.