Bunaltıcı bir yaz mevsimini geride bıraktık. Yapraklar tamamen dökülmese de toprağın kokusu sonbaharı muştuluyor adeta.
Beklenmeyen bir yağmurun sizi olur olmaz yerlerde yakalaması, kış sebzelerinin tezgâhlara çıkması, kışlıkların dolaplardan indirilmesi çoğu zaman bir geçmişe özlem duygusu uyandırıyor insanda. Bu yüzden Nâzım’ın dizeye döktüğü “müthiş bahtiyarlık” bizler için çoğu zaman “çığrından çıkmış bir zaman bu” biçiminde algılanabiliyor ve dolayısıyla ne gideni anlıyoruz ne gelmekte olanı.
Aslına bakılacak olursa endişemiz sadece halk oylaması sonuçları değil, Türkiye’de daha ciddi kimi toplumsal altüst oluşlara doğru ilerlediğimizin somut göstergeleri. Çekmece’yi biraz da bu yüzden çekiyoruz; geleceğe daha fazla umutla bakabilmek, güzellikleri hep birlikte çoğaltmak için.
Öykü, şiir, deneme ve gezi yazılarından oluşan bir sayıyla daha karşınızdayız. Yeni bir eğitim-öğretim yılında bol Çekmeceli günlerde görüşmek dileğiyle hepinize iyi çekiştirmeler.

Aydınlık Bir Beyin José de Sousa Saramago

Kaya Tokmakçıoğlu

 “Eskiden bana ‘iyi adam ama komünist’ derlerdi; şimdi ‘komünist ama iyi adam’ diyorlar”

“Dünya öyle güzel ki, öleceğime yanıyorum” diyordu son yıllarda kendisiyle yapılan bir söyleşide. Gelenekleri, kurumları, ölüm karşısında insanların verdiği tepkileri ve ölümün yanlış değerlendirilmesini anlatmaya çalışmıştı yaşamı boyunca. 1998 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada, “Hayatım boyunca tanıdığım en bilge adam okuma yazma bilmiyordu” diye başlayan Saramago; Avrupa'yı, modernizmi, demokrasiyi, Batı'yı “içerden” bir gözle sürekli eleştirdi. Modernitenin saplandığı bilgi bataklığındaki güdümlemeyi ve yanılsamayı bozmaya çabaladı. Hayatı adalet gözlüğüyle görme gayretinin sonucunda kendi insanlarınca dışlandı ve sürgün edildi. Yine de “doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde” olarak kavradı dünyayı.

Beyaz Kadın

Saliha Algül
 Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya,
Bir evin bahçesinde baharı  bekleyen tomurcuk ol
Yağmurlar yağınca üzerine, güneş ışıkları düşünce tenine  
Umutla şişince bedenin, bir beyaz papatya ol.
Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya
Olimpos dağında çığlıkla yuvarlanmayı bekleyen çığ ol
Adonis uzanınca yanına;  kan çicekleri açınca koynunda
Tanrılar yuvarlanınca üzerine  beyaz  kardelenler ol
Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya,
Kavgalı rüzgarların savurduğu yaprak ol
karanlık düşünce gözlerine, ellerin  kavuşunca denize
Dalgaların üstünde beyaz köpük ol
Beyaz saçlı kadın bir daha gelirsen dünyaya,
Sarhoş meyhanede kadeh ol
Geçmişi yudumlarken için, gelecek flört ederken sensizlikten
Beyaz kaldırımda  yosma ol

Sona Giderken

Didem Çınar

 Onun masasında karşılıklı oturuyorduk, ben yazıyor çiziyor, o arada bir gelip, bakıp yorumlar yapıyordu. Garip bir adamdı. Garipliği de daha önce tanıştığım ve tanıdığım bütün insanlardan farklı olmasından ileri geliyordu. Farklıydı. Kelimelere dökemediğim bir farktan bahsediyorum. Bir gün yine çoğu kimseyle hiç konuşmadığım konulara girmişken bana şöyle söyledi:
- Paralel evrenleri bilir misin?
- Hayır, bilmiyorum.
- Dünyayı bir tren olarak düşün. Üzerinde ilerleyebileceği bir sürü ray var. Tren giderek hızlanıyordu, sona doğru… Ama bu treni yavaşlatan ve rayını değiştiren bir şey oldu. 68 kuşağı... Şimdi tren yine hızlanıyor, sona doğru. Dünya sonuna yaklaşıyor ama hızını biraz azaltmayı başardı 68 kuşağı. 68 kuşağı, yani benim kuşağım…

Mutluluk

Sel Yoldaş Akar

Boran, sabah güneşinin ısıtmaya başladığı sokağa çıkmak için ne-şeyle evden çıktı. Annesi  “Oğlum uzaklara gitme kapının önünde oy-na” diye seslendiğinde, bahçe kapısını açıyordu, arkasına baktı, cevap vermek yerine gülümsedi. Gözleri, oyun oynamaya giden tüm çocukların gözleri gibi pırıl pırıldı. Oyun oynamaya daldığında açlığını, susuzluğunu unutur, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdı bile.

Beklerken

Umut Gündüz

 Öğle sıcağı henüz yatışmadı. Yanlışlıkla yola düşen ihtiyarlar 10-15 adımda bir durup sığınacak bir serinlik arıyorlar. Yol kenarlarında belli belirsiz bir asfalt kokusu, otobüs durağında annesinin kucağında ağlayan çocukların hıçkırıklarına karışıyor. Sıcaktan gevşemiş, sersemlemiş şehir ayağa kalkıp bir oh çekmek için ikindi esintisini, mesai bitimini, okulların dağılmasını bekliyor.
Sokaklarında sebzecilerin çıplak sesle bağırdığı mahallerin birinde, bir apartman dairesinde, vantilatörün tıkırtısına dalıp uyumuş Yusuf’un burnuna bir karasinek konuyor. Uyanıyor. Omzu tutulmuş. “Telefon gelmiş midir acaba” diye düşünüyor. Saate bakıyor, on bir buçuk. “Gelse duyardım” diye düşünüp pencereye yürüyor. Karşı balkonda emekli ihtiyar dondurma şemsiyesinin altında ayaklarını balkonun demirlerine dayamış radyo dinliyor. Ellerini kaldırıp sessizce selamlaşıyorlar.

Görüşürüz

Engin Sansarcı

 “Seni anlıyorum, ama anlamak istemiyorum!”
“Anlıyorum”
***
Turuncu renkliydi. Üzerinde kırmızı noktalar vardı. Sol tarafı yırtıktı ama belli olmuyordu. Ondan ayrılmak fikrini bir türlü kabullenemiyordum. Termodinamiğin yasalarını kavrayabilecek yaşta değildim. Eskimişti ve annem ondan kurtulmam gerektiğinde ısrarlıydı. Tamam, yalnızca bir çekyattı, ama benim ilk yatağımdı.
***
“Beni sahiplenmeni istedim”
***
Sen başla, dedim, hayır sen başla, dedi. Sabahın altısında telefon mesajıyla ayrılmanın hiçbir özrü yoktu. Sıkıldım, dedim. Senden değil, ilişkimizden sıkıldım. Hayatıma bu kadar karışmandan sıkıldım. Ben olmandan, sen olmaktan sıkıldım. İkimiz de haklıydık, ama bunun bir önemi yoktu.

Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat

  Yazar: Hanefi Avcı 

“Derin” devlet kimimizin 90’ların ortalarından beri aşina olduğu bir kavram. 70’lerin sonunda Çorum ve Maraş, 1993’te Sivas katliamlarıyla şekillenen devlet içindeki cemaat yapılanması belki de ilk defa bu kadar net ve cesur bir biçimde, çeşitli illerde emniyet müdürlüğü yapmış Hanefi Avcı tarafından kağıda dökülüyor. Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabında, Ergenekon ve Balyoz davalarını, polis teşkilatının içindeki Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini, CHP eski lideri Deniz Baykal’ın istifasına yol açan kasedi, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarını ve Türkiye’yi derinden sarsan daha pek çok olayı sorguluyor. Olayları bütünsel olarak ele almayıp, onları basit bir “asayiş” sorununa indirgeyen yaklaşımı eleştirilebilse de son yıllarda devlet içinden bu kadar muhalif bir sesin çıkıyor olması Türkiye’nin içler acısı halini bir kez daha gözler önüne seriyor.


Bizans Müziği: 78 Devir Taş plaklarda Orfeon- Odeon Kayıtları (1914-1926)

Kalan Müzik

Dini müziklerin yalnız o dinin değil, o dine mensup insanların ruh dünyasını da yansıttığı kanısındayım. Bütün dinlerin müziği bana farklı yollardan giderek belli bir inanç kavramında odaklandığını gösteriyor. Diğer yandan tüketime dönük, popüler bir müzik türü olmayan Bizans müziği de, tarihi boyunca imparatorlukların başkenti olmuş İstanbul’un nasıl bir kültürel sürekliliğe sahip olduğunu gösteriyor. Nitekim 5 CD'de toplanana albümdeki 200 ilahiyi dinlediğiniz zaman yüzlerce yıl önce bu topraklarda söylenen ezgilerle bize miras kalan ve Türk sanat müziği olarak adlandırdığımız müziğin birbirlerine hiç de yabancı olmadığını hissediyorsunuz. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul Rum Patrikhanesi’nin başmugannisi İakovos Nafpliotis tarafından taş plağa kaydedilen ilahiler sizi tarih boyunca bir gezintiye çıkarıyor.

Sonuncu

Yazar: Tahsin Yücel

Tahsin Yücel’in son kitabında, dünyanın en uzun kitabının yazılış serüveni ve basımından sonra gelişen olaylar üzerinden pek çok konuya göndermeler yapılmış. Ailesel sorumluluklar, emek harcamadan hazıra konulmuş bir zenginliğin beraberinde getirdikleri, basın dünyasındaki düzenbazlıklar, anlamdan çok biçime yüklenen aşırı değer ve pek çok konu, çok çocuklu ve varlıklı bir ailenin bireyleri arasında gelişen olaylar üzerinden ironik bir biçimde ele alınmış. İnanış, şöhret, aile gibi hayatımızda önemli rol oynayan kavramların nasıl ele alındığını, sıradanmış gibi görünen gündelik olayların çarpıcı sonuçlarına bakarak okuyucuya kazandırmak ister gibidir roman. Kitabın adından, yazarın son kitabı olup olmadığı sorusu akıllara gelse de Serencam, yani kitapta bahsi geçen ve dünyanın en uzun romanının adı olan Serencam, “bir işin sonu” demekmiş... İlginç olan şu ki, işin sonu kadar başında da ders alınacak pek çok şey var. “Sonuncu”yu okuduktan sonra, herhangi bir şey yazmaya başlarken giydiklerinize bile dikkat eder hale gelirseniz, sorumlusu Tahsin Yücel’dir, emin olabilirsiniz.

Kâğıt Gemiler

 Yazar: Ayşegül Çelik

Ödül almadan önce adını duymadığım pek çok yazardan biriydi Ayşegül Çelik... Biz daha geçmişteki büyük eserleri okumaya çalışırken, içinde bulunduğumuz zamanda öne çıkan yazarları gözümüze sokmak için beliren dönüm noktaları olarak varsayabiliriz ödülleri. Ödül alan eserleri, sadece bu nedenle bile takip etmek gerektiğini düşünenlerdenim. Bu anlamda, 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü alan Ayşegül Çelik’i tanıdığıma memnunum diyebilirim. Gizemli ve masalsı esintiler sezdiğim yazılarından, sadece biçim olarak sevdiğim için değil, aynı zamanda günümüzde bile gerçekliğini koruyan kan davası konusuna açıklıkla ve vicdanımızı hatırlatarak, tadında bir kadın duygusallığıyla değinebildiği için de keyif aldım. Öykülerdeki yer ve karakterlerin kesişmesi, acınası olayların ne kadar geniş bir doğaya yayılmış olduğunu hissetmeme neden olurken, yer yer büyük bir açıklıkla dile getirilen öğüt dolu satırları tekrar tekrar okudum. Ve öğrendim ki; sadece masallarda değil güzellikler, istersek biz de gerçek masallar yaratabiliriz… 


İstanbul Hatırası

 Yazar: Ahmet Ümit

Ahmet Ümit’in uzun zamandır beklenen kitabı İstanbul Hatırası, olayların klasik polisiye anlayışına bağlı kalınarak dizildiği, şüpheli olarak görülenlerin birkaç kişiyle sınırlı kaldığı bir roman olmaktan öteye gidemese de,  İstanbul’un tarihi hakkında bilinmesi gerekenleri güzel ve akılda kalıcı bir biçimde okuyucuya sunması sayesinde cazibesini belli bir seviyede tutmayı başarmış. Olayların sonunda,  katilin neden bu cinayetleri işlediği üzerine düşündüğünüzde bahsi geçen kişiler ve cinayeti işleme nedenleri arasındaki bağın çok iyi kurulamadığını hissedenler olacaktır benim gibi.  Zaten hangi cinayet kendini haklı çıkarabilir ki?

Zeynep’in, Dilber’in ve Ali’nin 8 Günü

Yönetmen: Cemal Şan

 Üç filmde üç ayrı karakterin 8’er günü anlatılıyor. Cemal Şan’ın birer yıl arayla çektiği filmler bir üçlemenin parçaları. Ortak tema, toplumdan kopuk bireylerin rutin hayatlarında aniden yaşanan dalgalanmalar ve sonuçları şeklinde özetlenebilir. Son derece sakin bir göle bir kaya atıp etkilerini izliyor gibi. Ama göl çok sakin… Filmlerin ilgiye mazhar kısmı burası. Nasıl ki güzel karelere sahip her film, iyi sayılamıyorsa, ağır ilerleyen her film de “sanat filmi” ya da “güzel” olamıyor. Hatta filmin yavaş ilerleyişi iyi planlanmamış ya da iyi işlenmemişse, ortaya kötü bir karışım çıkabiliyor. Belki Dilber’in 8 günü’nü dışarıda bırakarak şunu söyleyebiliriz: “yavaş yavaş ilerleyen sıkıcı filmler belki iyidirler ama ben anlamıyorum arkadaş” diyenler, iyi olmayan bir örneği için bu filmleri izleyebilirler. Belki bir ölçüt olabilir. Değinmeden bitirmeyelim, üçlemenin başrollerindeki kadınlar çok güzel fakat çok kötü oynuyorlar, erkekler çirkin ama nefis oynuyorlar. Ama yetmiyor işte.