Çekoslavakya’dan türeyen iki başkent; Prag ve Bratislava



Ahmet Can Kutlu

Geçen yaz bir konferansa katılmak için yurt dışına çıktığımda gezdiğim şehirlerden Prag ve Bratislava; şu anda Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ayrılan eski Çekoslavakya’nın en büyük iki kenti. Mevcut durumda Prag, Çek Cumhuriyeti’nin; Bratislava ise Slovakya’nın başkenti ve bu iki kenti de gezdikten sonra buraların daha önce aynı ülkenin parçaları olduğuna inanılamayacak kadar farklı karakter gösterdiklerini hayretler içerisinde izledim.

Başkenti Prag olan Çekos-lavakya, 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan bir devletti ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1948 yılında hükümet komünistlerin eline geçti. 1968’de siyasi lider Alexander Dubcek zamanında başlatılan liberalleşme çalışmaları ve “Prag Baharı” adı verilen dönem, yedi buçuk ay sonra Sovyetler ve müttefikleri tarafından ülke işgal edilerek kanlı bir şekilde sona erdirildi. Kasım 1989’da ülke, kansız bir şekilde “Kadife Devrim” ile kapitalizme dönüş yaptı ve 1 Ocak 1993’te Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak barışçıl bir şekilde ikiye ayrıldı.


Avrupa’nın çok ilgi çeken turizm merkezlerinden biri olan Prag, tarihi ve görkemli yapılarıyla “Masal Şehri” olarak adlandırılıyor. Şehrin gotik havası, eski şehir meydanındaki güneş ve ayın hareketlerini gösteren astronomik saati, tarihi köprüsü, kalesi, görkemli katedral ve kiliseleri, tarihi Yahudi mahallesi ve otantik yapıları ile gerçekten görülmesi gereken bir yer. Ancak kapitalizme geçiş sonrası şehrin dokusunda ciddi bir değişim olmuş. Turizm pazarlaması ve turist çekmek için yapılan uğraşlar açıkçası biraz midemi bulandırdı. Amerikan etkisinin bir göstergesi olan McDonald’s restoranlarının sayısı kent merkezinde inanılmaz boyuttaydı. Neredeyse her sokakta bir şube açmışlardı. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim çünkü kenti yürüyerek gezdiğimiz için sokak başı önümüze McDonald’s çıkıyordu. Yabancı tatlarla arası çok iyi olmayan ve yemek masrafını ucuza getirme amacında olan turistlerin uğrak yeri olan bu fast-food restoranı orada kendi talebini yaratmıştı.
Prag’da bu restoranlardan sonra en çok var olan akşam hava karardıktan sonra köşe başlarında ortaya çıkan zencilerdi. Kaldığımız otel, birçok tarihi olaya tanıklık etmiş olan Vaclav Meydanı’na yakındı. Otelden çıkıp meydandan aşağı inen caddeden yürürken, zenciler her ara sokak başında tanıtımlarını yaptıkları klüplerin kartlarını vermek için bizim önümüzü kesip durdu. Daha önce rastlamadığım bu durumla Prag’da sokağa ilk çıktığımız akşam karşılaşınca zencilerden ürkmedim desem yalan olur. Ana merkeze indiğimizde de canlı gece hayatında sokakta dolaşan kalabalıktaki bu zencilerin sayısı neredeyse gündüz gördüklerimizin on katına çıkıyordu.
Hâlbuki eskiden Prag ile aynı ülkenin şehri olan Bratislava’daki ortam buranın tam tersiydi. Prag’a gelmeden iki gece önce kaldığımız Bratislava’ya akşam varmıştık ve ilk çıktığımız gece dışarısı gayet sessiz ve sokaklar ıssızdı. Kaldığımız otel çok merkezi olduğu halde bu çevrede hem İngilizce bilen sayısı çok azdı hem insanların turistlerle arası pek yoktu. İnsanların bu suratsız halleri bana biraz tuhaf gelmişti. Restoranda garsonla İngilizce anlaşabilmek için harcadığımız zaman neredeyse aç kalmamıza neden olacaktı. Ama yemek ve içkilerin o zamana kadar Avrupa’da gittiğimiz yerlerdeki en düşük fiyatlara sahip olması bize biraz da olsa beklememize değdiğini düşündürdü.
Ertesi gün kenti gezince tarihi merkezin gerçekten “ekşisözlük”te okuduğum yorumlardaki gibi çok küçük olduğunu gördüm. Ancak şehrin genel karakteri tamamıyla eski komünist dönemi andırması nedeniyle dikkatimi çekmişti. Kaldığımız otele daha girdiğimiz andan itibaren bu atmosferi hissetmiştik. Otel çok eskiydi ve içindeki eski eşyalar, yavaş çalışan asansör, odalardaki koyu renklere boyanmış duvarlar, sert çelik doğramalı pencereler, kahverengi perdeler, siyah dolaplar ve koyu kahve mobilyalar eski dönemin havasını hissettiriyordu. Kenti gezerken gördüğümüz, üstünden motorlu taşıtların orta kısmından da yayaların geçişini sağlayan koyu gri renkli ve estetikten tamamen uzak (komünist dönemde yapıldığı belli olan) Tuna üzerindeki köprü, Bratislava’nın simgesel yapılarından biriydi.
Tek gün ve tek gece kaldığım Bratislava’nın tarihi merkezinde aklımda kalan; sessiz sakin yaşantı, insanların tavırlarındaki sadelik ve durgunluk, sokaklardaki hava karardıkça artan ıssızlık ve komünist dönemden kalan atmosfer oldu. Üç gece geçirdiğim Prag merkezinde gördüğüm ise diğer Avrupa şehirlerinde pek olmayan gece hayatı hareketliliği, kalabalık turist grupları, bol zenci ve hediyelik eşya satış mağazalarında satış elemanlarının yaklaşımının şehrin tarihi güzelliklerinin önüne geçmesiydi. Bu iki kentin asıl insan çeken tarihi yapılarının yer aldığı merkez bölgelerini karşılaştırdığımda hayat pahalılığı, kalabalık ve insan davranışları arasındaki büyük farklılık, benim için neden Çekosla-vakya’nın iki ülkeye bölündüğünü kanıtlar nitelikteydi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder