İncesaz

Pınar Dursun - Umut Gündüz

Sisten göz gözü görmüyordu. Sokakta insanlar birbirlerine çarpmamak için yavaşlamıştı.  Arabalarda da aynı dikkat, aynı sıkıntı arada bir usulca ilerleyen farlardan okunabiliyordu.  Aniden bastıran akşamüstü sisi insanların omzuna ağır bir yük gibi binmiş, sanki bellerini bükmüştü. Şimdi hepsi biraz daha silik, biraz daha eğri büğrüydü.
Marketle manavın arasına iliştirilmiş küçük meyhaneden dışarı bakan Selim’le Âdem gözlerini sis içinde devinen sokaktan alamıyorlardı. Sanki siyah beyaz bir çizgi film ağır ağır ilerliyordu. Dışarıdaki kıpırtılarla, içerinin müziği uyum içindeydi. Müzeyyen Senar, Zeki Müren derken tüm parçalar, dışarıdaki insanlar gibi birbirine benzemeye başladı. İçerde bitmeyen alaturka tek bir şarkı gibi, dışarıda insanlar el ele ilerleyen mahkûmlar gibi...
Bu efkâr ve dinginliğe uymayan tek şey Âdem’in kafasındaki portakal bahçesi planıydı. Zaten bu planı meze etmek için gelmişlerdi buraya. Adana’da iki dönümlük portakal bahçesini bir tanıdığı satıyormuş da (ihtiyaçtan) bunu kaçırmamaları gerekiyormuş. Belli aralarla dizilmiş ağaçların altında gezecekler, ağaçların kontrolünü, bakımını yapacaklar, hasat zamanı da gidip paraları toplayacaklardı. Belki bu sefer yırtacaklardı. Kafasını dışardan içeriye çevirip Selim’in dingin yüzüne baktıkça burnuna portakal çiçeklerinin kokusu, ağzına rakının ve turşunun ekşisi yerine portakal tadı geliyordu.
“Lan oğlum ne korkak adamsın, bir sefer de evet de yav”, dedi Âdem. Karşıdakinin baygın gözlerindeki kıpırtısızlığa sinirlenip devam etti. “Yıllardır hep aynı, hep aynı. Bir ev bile alamadık daha. Senin karın da kızmıyor mu durup durup, kiradayız diye. Bak üstelik senede iki üç kez gitmemiz yetiyormuş. Her şey tamam, bi kredi çektik mi, işte bitti. Gerisini ben halledecem, bak söz ya.”
Selim aynı cümleleri değiştirip değiştirip söyleyen Âdem’e sıkıntıyla baktı. “Bi sakin ol Âdem” dedi. “Her hafta yeni bi planla çıkıyorsun karşıma. Hem biz kim, mal sahipliği kim. Bize ne kredi verirler ne de portakal bahçesi”
“Veriyorlarmış, ben araştırdım onu da” diye itiraz etti Âdem. “Portakal bahçesini teminat olarak gösteriyorlarmış. Yani taksitleri ödeyemezsek, bahçeyi alıyorlarmış elimizden”
Selim, Âdem’in açığını yakalamış gibi hızlı hızlı konuşarak, “Tamam işte, nasıl ödeyeceğiz taksitleri? Portakalların olmasına nerden baksan yedi-sekiz ay var. Topladık sattık diyene kadar eder sana dokuz taksit. Bu taksitler için bir kredi daha çekmemiz lazım. Hadi onu da verdiler diyelim. Portakal bu yıl iyi çıkmazsa, sadece bahçeyi değil, donumuzu da alırlar” dedi.
Âdem sinirlendiğini belli edercesine çaktığı kibritiyle yaktı sigarasını. Çektiği ilk nefesin bol dumanıyla söndürdü kibriti. Duman masanın üzerinde dolandı; biraz turşudan, biraz peynirden aldı, rakı bardağına girip çıktıktan sonra Selim’in yüzüne yayıldı. Geniş burun deliklerine, sık kirli sakallarına, daha 33’ünde dökülmüş saçlarından geriye kalan geniş alnına dokunduktan sonra, aradığını bulamamış gibi küskün, tavana uzandı. “Sen, hem korkak hem kötümsersin” dedi Âdem. Zaten yoksulluktan bunalmış ve akşam yemeğine geç kalmıştı (geç kalmamış olsa bile eve içkili gitmek büyük kavgalara neden olabiliyordu). Üstelik şu Selim’in inadını da bir türlü kıramıyordu. Tek başına verecek olsalar krediyi bir dakika bile durmazdı ya… Selim’den başka kimsesi de yoktu işte. Lanet olsun…
Selim’in üzerine, korkaklık, kötümserlikle gelmeye başlayan hakaret akını “Zaten lisede de böyleydin”, “Sen kavgalara bile girmezdin”, “Pısırık”, “Mal geldin mal gidecen” lerle devam etti. Düşman atlılarını uzun mızraklarla karşılamaya hazır süvarilerin, silahlarına duyduğu güvenle paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Dumanını, saldırıyı yavaşlatmak ister gibi Âdem’in ağzına doğru üfledi. Ama Âdem başlamıştı bir kere, durmak bilmezdi şimdi. Selim’in de kısa ve kesin karşılıklarıyla canlanan kavgayı durdurmada tek başına yetersiz kalacağını anlayan duman, isli tavana gidip meyhanenin tüm dumanını masaya çağırdı. Askerden döndükten bu yana sürekli geldikleri meyhanenin tavanından isler söküldü; lise aşklarıyla, onbaşılarla, düğünlerle, uykusuz gecelerle, işsiz geçen aylarla, ölmüş akrabalarla ve yeni doğmuş çocuklarla birlikte masaya indiler. Dışarıdakinden daha yoğun bir sis bulutu masayı kaplayıp önce Âdem’le Selim’in ayaklarına kapandı olmadı, etmeyin eylemeyin, ayıptır diyerek dil döktü yine olmadı. Sonra, sözcükleri, cümleleri eğip bükmeye, vurguların yerlerini değiştirmeye başladı. İyice karıştı masa…
Göz gözü görmüyordu. 




Resim: Pınar Dursun

1 yorum:

  1. "haydi içelim. Yok olup giden bütün umutlara. kurduğumuz tüm hayallere rağmen hic degişmeyen dünyaya. Mikes'e. Kazuko'ya. Kosta'ya. erken ayrılmayı tercih eden herkese. Denize içelim. hiç yorulmak bilmeyen denize. Başlangıca ve sonsuza. İnsanlara da içelim. Tsitsanis'e. Kavafis'e. Che Guevara'ya. 68'in Mayıs ayına. Santorini'ye. Morna'ya ve diğerlerine. Orson Welles'e. aradığın o üç bobine. Eisenstein'a..."

    Ulysses'in Bakışı

    YanıtlaSil