İskele


Banu Yobas

akşam mesai bitiminde Kabataş iskelesine yürümeye başladım. Süzer Plaza’dan çıkar çıkmaz İnönü stadının aydınlatıldığını görünce o akşam maç olduğunu hatırladım. Yol kenarında hazırlıklara başlamış köfteciler, iki ağacın arasına gerilen ipe asılmış bayrak ve atkıları düzelten satıcılar, stadın etrafında toplanmaya başlamış taraftarlar alışılmadık bir hareketliliğe neden oluyordu. Uzun zamandır ilk defa saatinde çıkabildiğim için eve gidip duş alıp bir şeyler yiyip erkenden yatmayı istiyor ve 18:45 vapurunu kaçırma endişesiyle hızlı hızlı yürüyordum. Serin hatta soğuk denebilecek bir sonbahar akşamıydı. Bekleme salonuna girdiğimde salondaki yolcular  az önce görevlinin açtığı sürgülü kapıdan iskeleye çıkmaya başlamışlardı bile. İskeleye çıkıp bir kaç adım atar atmaz sarman bir kedinin de iskelede yürüdüğünü fark ettim. Kedilere olan ilgimden mi, yoksa vapura doğru yürüyen kalabalığın arasında bir kedinin garipliğinden mi, fark ettiğim andan itibaren kediyi izlemeye başladım.
Sonbaharın bu son günlerinde akşamları 18:30’da hareket eden vapurlar artık iskeleden Adalar’a ve Yalova’ya gitmiyor. Yazın iskelenin üç yanına yanaşan her biri 5-10 dakika arayla iskeleden ayrılıp farklı yönlere giden vapurlara yetişmek için acele eden insanların kalabalığından, hareketliliğinden iz yok. Gerçi iskeleye  yine 3 vapur yanaşmıştı ama sadece uçtakinin ışıkları yanıyordu. Yanlardaki vapurlar akşamın karanlığında ışıksız, durgun öylece bekliyorlardı. İskeledeki tek hareketlilik ise havanın serinliğinden olsa gerek bir an önce vapura binip kalorifer yanında otururken İstanbul’u denize vuran ışıklarda seyretmek isteyenlerin acelesinden ibaretti. İskele boyunca yürürken tüm bu ayrıntılar aklımın köşesinden dahi geçmedi. Az sonra şahit olacaklarımın beni 4-5 gün boyunca sık sık o iskeleyi ve o günü, o gün nelerin farklı olduğunu düşünmeye yönelteceğini bilmiyordum.
Kedi önce soldaki ışıksız vapura doğru ilerledi, sanki kalabalıkta en acelesi olan oydu.  Vapura yaklaşır yaklaşmaz vazgeçti ve sağdakine yöneldi. O esnada kalabalık doğruca iskelenin ucuna yanaşmış, ışıkları yanan ve birkaç dakikadan hareket edip Üsküdar’a gidecek vapura ilerliyordu. Kedi sağa doğru ilerlerken onu izlemem zorlaştı çünkü kalabalığın arasından ilerliyordu. Ne insanların ona ne de kedinin akşam yolcularına fazlaca dikkat ettiği söylenebilirdi. Herkes diğerlerinin önünü kesmeden kendi yoluna gidiyordu. Bense farklı hızda yürüyen insanların aralarında oluşan o kısacık boşluklarda kediyi izliyordum.
Vapura binip de soldaki salona girince kediyi rahatça görebileceğim ilk pencere kenarına yerleştim. Pencereden kediye baktığım sırada kedinin sağdaki vapura yaklaşıp oradan da ayrılarak bu kez benim de içinde olduğum vapura yaklaştığını gördüm. Demek ki geceyi iskelede demirli vapurlarda geçirmeyi istemiyordu. Çımacılardan iskelede duran ikisi kediyi “pışt-pışt” sesleriyle uzaklaştırmaya çalıştılar. O an kedinin sıcak bir yer bulmayı umduğunu düşündüm ancak bu düşünceyi bir yandan da garipsedim. Sarman bir kedinin soğuk bir sonbahar akşamı etraf maç kalabalığı ve hareketliliği içindeyken sıcak ve sakin bir yer olarak birkaç dakikadan hareket edecek bir vapuru seçmesi bana pek de alışılmış gelmedi. Sarman kedi iskelede vapura paralel ileri geri yürüyüp vapura binmek istediğini ifade ediyor gemideki ve iskeledeki çımacılar da onu caydırmaya çalışıyorlar ve ben de pencereden merakla olanları seyrediyordum. Kedi bir anda kendine has çeviklikle vapura atlasa kim ne yapardı bilinmez, oysa sarmancık yavaşça vapura yaklaşırken durup bekledi sanki çımacıların ve oradaki yolcuların iznini almadan kaçak olarak binmek istemez gibiydi. İskelede duran tıknaz çımacının kediye yaklaştığını, ayağının yanıyla hayvancağızı ittiğini ve kedinin itmenin etkisiyle vapurla iskele arasındaki boşluktan suya düştüğünü gördüm. Gözlerime inanamadım. Dışarı fırladım ve benim gibi olayı gören 8-10 kişi bir yandan karanlık boşluğa bakarak kediyi görmeye, öldü mü kaldı mı anlamaya çalışırken bir yandan da aldırmaz bir tavırla kenarda duran çımacıya “Yazık değil mi hayvana”, “ömrü billah bu hayvanın hakkını ödeyemezsin, bak söyleyeyim ne bu dünyada ne ahrette”,”hem de ramazan günü, bu ne vicdansızlık” diye çıkışıyorduk. Bir yandan da “Kepçe, kepçe getirin” diyen sesler duydum.
Kedi ölecek diye düşündüm. Düştüğü aralık çok dar ve karanlıktı, üstelik su buz gibi soğuk olmalıydı.  1-2 dakika geçti geçmedi kenarda oturan 2-3 kişinin “Şurada hareket eden bir şey var”,”aa, galiba buraya geldi” diyişlerini duyup o yöne baktık. Zar-zor seçilebilen ufacık bir karaltı hareket ediyordu. Zavallı kedinin suyun üstünde tutmaya çabaladığı ufacık kafasıydı görünen. Vapurla iskele arasındaki o karanlık dar yarık boyunca yüzmüş açıklığa çıkmayı başarmıştı. Tüm gücüyle iskelenin solunda bekleyen vapurun sağına doğru yüzdü, o sırada bir kepçe bulunmuş ve genç bir görevli koşturarak o vapura çıkmış elinde kepçeyle kediciği kurtarmaya çalışıyordu. Olayı izlemekten başka bir şey yapamayan bizlerse “Solda, yok biraz sağa kaydı” diyerek, arada “Gel pisipisi“ sesleriyle hem kediye hem elinde kepçe olan ama durduğu yerden kediyi bizim kadar iyi göremeyen görevliye yardımcı olmaya çalışıyorduk. Ne yalan söyleyeyim bana ilk başta ümitsiz görünmüştü bu kurtarma çabası. Ürkmüş, korkmuş ve neye uğradığını şaşırmış bir kedi düşünün, üstelik hayvancağız  boğazın buz gibi soğuk sularında var gücüyle hayatta kalmaya çalışırken kepçeye yönelmek ne kelime ondan kaçmaya çalıştığı söylenebilirdi, ne var ki kedinin başka şekilde denizden çıkması da mümkün değildi. İskele ve vapurlar sudan çok yüksekti ve kedinin tutunabileceği ne kaya parçası vardı ne de başka bir şey. Zavallı hayvan nereden bilsin ki az önce onu suya iten de bir insandı, şimdi var güçleriyle onu sudan çıkarmaya çalışanlar da. Onların sadece görünüşte değil, her yönden apayrı olduklarını içgüdüsüyle hissetmiş miydi bilinmez. Birkaç miyavlama sesi duyuldu. O upuzun gelen birkaç dakika boyunca yanımdaki adam bana o kedinin sabah vapuruyla Üsküdar’dan geldiğini, şimdi de geri Üsküdar’a dönmeye çalıştığını söyleyince içim cız etti. Adam devam etti “Bu sabah Üsküdar’dan Kabataş’a gelen vapurda beraberdik, hatta vapurda 10 dakika kadar kendini sevdirdi. Çok uysal bir kedidir. Arada bir vapurda görürüm.” Adamın sözleri kulağımda, içim içimi yerken kepçe sudan tekrar çıktı bu kez içinde her yanından sular akan bir kediyle. Orada bulunan herkesin yüzündeki sıkıntılı ifade bir anda dağıldı, gergin yüzler, çatık kaşlar gevşedi. “Vapur kalkıyor, iskelede yolcu kalmasın” sesiyle fark ettim ki iskeledeyiz. Ne zaman çıktık, nasıl oraya kadar yürüdük bilmiyorum. Vapura binince kediyi sabah seven yolcuyla sohbetimiz devam etti. Ben “zatürre olmasa bari” diyince “Yok, yok meraklanma şimdi sobanın yanında kurur,” derken her ikimiz de hala iskeleye bakıyorduk. Bir genç kediyi çıkarttıkları vapura yürüdü, kediyi kucağına aldı, kedicik hemen omzuna sarıldı. Vapurumuz iskeleden uzaklaşırken genç de omzunda kediyle iskele görevlileri için yapılmış odaya doğru ilerliyordu. Vapur Üsküdar’a dönüp de Kabataş iskelesi gözden iyice uzaklaşınca bizler de sessizce selamlaşıp gecenin boğaz sularının serinliğinden yolcu salonunun sıcaklığına döndük. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder