İstanbul Uluslararası Film Festivali - 2011

Bu yıl 30.İstanbul Film Festivalinde gösterilen 231 filmden izlediğim 29 filme dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Kendim filmin konusu hakkında fazla detay bilmeden seyretmeyi sevdiğim için yazarken de buna dikkat etmeye ve filmlerin konularından bahsederken festival kataloğundakinden fazla ipucu vermemeye çalıştım. Bu yorumları yazmadan her film için yaptığım araştırmada ulaştığım ve katalogda yazmayan ancak filmi daha iyi anlamaya yönelik bilgilere, benim okurken ilginç bulduğum detaylara yer verdim.
Beğendiklerim kadar beğenmediklerimi,eleştirilerimi de nedenleriyle açıkça belirttim. Bu ekteki yorum ve bilgilere ister filmleri izlemeden bir göz atın ister filmi izledikten sonra, tercih sizin. Her iki durumda da filmden alacağınız keyife bir nebze katkısı olursa ne mutlu bana.


A
Anayurt
GENÇ USTALAR - Yunanistan

Amador
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – İspanya

B

Bilinmeyen Kişiler
ANILARINA - İtalya

Binanız Kaç KiloBay Foster?
NTV belgesel kuşağı – İngiltere İspanya ortak yapımı

Bizim Büyük Çaresizliğimiz
ULUSLARARASI YARIŞMA - Türkiye-Almanya-Hollanda

Buz Sesi
YILLARA MEYDAN OKUYANLAR – Fransa
2010 Venedik Venice Avrupa Sinemaları-En İyi Avrupa Filmi

C
Cebimde Kan Var
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI – Danimarka
2010 Berlin Adalet Ödülü

Chico ile Rita
YARIŞMA DIŞI – İspanya İngiltere ortak yapımı
2010 Hollanda Canlandırma Festivali Büyük Ödül

Copacabana
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – Fransa

D

Daha İyi Bir Dünya
AKBANK GALALARI - Danimarka
2011 Oscar Yabancı Dilde En İyi Film
2011 Altın Küre Yabancı Dilde En İyi Film

Düzelti
GENÇ USTALAR - Polonya
2010 Chicago En İyi İlk Film – Altın Plaket

E
Eller Yukarı
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - Fransa
2010 Seul Aile Filmleri Festivali: Büyük Ödül
2010 Tübingen Fransız Filmleri Festivali: İzleyici Ödülü

F

Fabrikadaki Piyano
ULUSLARARASI YARIŞMA - Çin

H
Hayatımız
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN - İtalya
2010 Cannes En İyi Erkek Oyuncu

I
Işık Hırsızı
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – Kırgızistan-Almanya-Fransa-Hollanda

İ
İnsan Kaynakları Müdürü
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - İsrail Fransa Almanya Romanya
2010 Locarno İzleyici ödülü

K
Kadının Fendi
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN - İngiltere

Kadın İsterse
AKBANK GALALARI - Fransa

Küçük Beyaz Yalanlar
AKBANK GALALARI - Fransa

L
Lucia
MAYINLI BÖLGE – Şili
2010 Valdivia En İyi Yönetmen,
2010 Santiago En İyi Görsel Çalışma

M
Miral
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – İngiltere, İsrail, Fransa

Muhbir
AKBANK GALALARI – Amerika

O
O Zaman ve Şimdi ...
YARIŞMA DIŞI - Brezilya-Fransa-Türkiye-İtalya-Burkina Faso-İran-ABD

P
Portakallar ve Günışığı
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - İngiltere

S
Siyah Venüs
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - Fransa

U
Uyku Hastalığı
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – Almanya-Fransa-Hollanda
2011 Berlin En İyi Yönetmen

KADIN İSTERSE


POTICHE
AKBANK GALALARI - Fransa

François Ozon’un 30 yıl önce sahnelenen tiyatro oyunundan uyarladığı filmde Catherine Deneuve ve Gérard Depardieu’yu birlikte izlemek çok keyifli. 70lerdeki cinsiyet ayrımcılığı, kadınların ailede ve toplumda seslerini duyurma çabası ve sosyal sınıf farkları anlatılırken fransızlara ve fransız politikasına aşina olanların aralara serpiştirilen esprilerden daha fazla keyif alacağı muhakkak. Zira 70lerde geçse de filmde günümüz Fransız politikasına azımsanmayacak sayıda gönderme var. Filmin politik yönüyle ilgili François Ozon bir röpörtajda projeyi hayata geçirmesinde etkili iki olaydan bahsediyor. İlki Altmayer kardeşlerin Sarkozy ve politikasını ele alan bir film çekmesini önermeleridir. İkinci olay ise Fransa’da 2007 seçimlerinde Ségoléne Royal’in seçim kampanyasını izlemesidir.
Duygusal komedi olarak tanımlanabilecek filmin hemen her karesinde Suzanne’i büyük bir keyifle pür dikkat izliyoruz zira Ozon aralara serpiştirdiği göndermelerle de izleyicileri gülümsetiyor. Örneğin ailenin sahip olduğu fabrikanın adı (The Umbrellas of Cherbourg) aslında 1964 yılında Catherine Deneuve’un başrolünü oynadığı aynı adlı filme bir göndermedir. Bu esnada filmin gidişatına paralel olarak Suzanne karakterinin kendini göstermesiyle kıyafetlerin de değiştiğini belki bilinçli olarak farketmiyoruz ama hissediyoruz. Kıyafetlerle yapılan bu dolaylı anlatım çok başarılı. Kadınların toplumdaki rolünde, sosyal sınıflar arası farklarda ve politik hayatta 30 yılda ne kadar az şeyin değiştiğini gösteren bu filme 70lerin filmi demek kanımca haksızlık olur. Bir eleştirmenin dediği gibi olsa olsa 70lerde yaşanan ama ancak şimdilerde farkına vardığımız olayları izliyoruz.

DAHA İYİ BİR DÜNYA


HAEVNEN
AKBANK GALALARI - Danimarka
İntikam almak ya da bağışlamak. Yönetmen Susanne Bier bu iki zıt duyguyu çocukların ve yetişkinlerin bakış açılarından perdeye yansıtmış. Üstelik bağışlamayı ya da intikam almayı sadece aile içinde karı-koca ve ebeveyn-çocuk ilişkilerinde değil, okulda ve iş yerindeki durumları da ele alarak irdelemiş. Bununla da yetinmemiş İsveç ile Kenya örneğinde bir anlamda evrenselleştirmiş. Film boyunca bir yandan karakterlerin tepkilerini ve olaylara yaklaşımını izlerken bir yandan da bulunduğumuz ortama ve şartlara göre kimleri hangi davranışları için affedebiliriz, bağışlamak her zaman bir erdem midir, intikamın temelinde çaresizliğimiz mi yatar gibi sorularla yüzleşiyoruz. Bütün bunlara ek olarak anne-babalarla çocuklar arasındaki ilişkiler ve sorunlara da değinmiş. Çok etkileyici ebeveyn-çocuk dialogları var.
Filmin Türkçe adıyla ilgili olarak çeviriyi yapanlara bir eleştirim var. Filmin orijinal adı Danimarkaca intikam anlamına geliyor ve bana kalırsa filme çok da yakışıyor. Hâl böyleyken filmin neden orijinal adını çevirmeyip de böyle bir Türkçe ad münasip görüldüğünü anlamadım ve doğrusu garipsedim. Biraz araştırınca ingilizceye "In a Better World" olarak çevrildiğini gördüm. Neden orijinal adı çevrilmez de ingilizce verilen ad Türkçe'ye çevrilir anlayan varsa bana da anlatsın.

Merak edenler için kalabalık bir oyuncu kadrosuyla İsveç ve Kenya'da çekilen filmin bütçesinin 5.4 milyon dolar olduğunu belirteyim. Anton'u canlandıran Mikael Persbrandt 2012'de vizyona girmesi beklenen Hobbit filminde de rol alıyor. Festivalin açılış filmini eleştirdiğim için bu filmin kapanış filmi olarak seçilmesinin çok isabetli olduğunu belirtmezsem içim rahat etmeyecek. Her karakter ayrı ayrı işlenmiş, oyuncuların hepsi çok başarılı ve ekip çok uyumlu. Dolayısıyla filmin başta En İyi Yabancı film dalında Oscar olmak üzere pek çok ödülü bileğinin hakkıyla kazandığını da hatırlatayım.

2011 Oscar Yabancı Dilde En İyi Film
2011 Altın Küre Yabancı Dilde En İyi Film

ELLER YUKARI


LES MAINS EN L’AIR
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - Fransa
Sarkozy hükümetinin göçmen politikasını eleştiren filmde yönetmen Romain Goupil bu politikadan doğrudan etkilenen bir grup çocuğun ve ailelerinin hikayesini anlatmış. Çeçen Milana’nın çevresinde gelişen olayları tamamen çocukların gözünden izliyoruz. Ekip çok iyi, genç oyuncular çok başarılı. Yönetmen Goupil’i filmde Blaise’in babası rolünde izliyoruz. Çocukluğun saflığı ve neşesinin filmin her karesine sindiğini söyleyebilirim.


2010 Seul Aile Filmleri Festivali: Büyük Ödül
2010 Tübingen Fransız Filmleri Festivali: İzleyici Ödülü

COPACABANA


DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – Fransa

En hafif söylemle festivalin açılış filmi olarak kötü bir seçim yapıldığı kanısındayım. Filmin kötü olmadığını söyleyecek kişiler olacaktır ama festivalin açılış filmi olacak bir film olmadığı kesin. Bu seneki tema farklı gözle bakmak olunca sıradan ve defalarca işlenmiş bir konuyu basmakalıp bir biçimde işleyen filmi izlemek haliyle beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Babou’nun kızını canlandıran Lolita Chammah’ın Babou’yu canlandıran Isabelle Huppert’ın kendi kızı olduğunu belirteyim. Bu film hakkında söyleye(bile)ceğim fazla bir şey yok. Vizyone gelir mi bilmiyorum ama gelirse de bence gidip paranızı ve vaktinizi ziyan etmeyin.


CHICO ile RİTA


CHICO y RITA
YARIŞMA DIŞI – İspanya İngiltere ortak yapımı
Yıl 1948. Küba’da başlayan New York, Paris, Hollywood ve Las Vegas’ta devam eden, efsanevi müzikler eşliğinde anlatılan bir aşk hikayesi. Caz severler kadar 40’ların sonunda Havana sokaklarında dolaşmak isteyenleri de cezbedecek muhteşem bir animasyon. Havana sokakları, barları ve kulüpleri kusursuz canlandırılmış. Bu gerçekçiliği filmin çekimi öncesinde yönetmen ve yardımcılarının yaptıkları araştırma sırasında buldukları bir hazineye borçluyuz. Araştırma esnasında dönemin Küba Hükümetinin sokakların tamiratında kullanılmak üzere şehirdeki tüm sokakların fotoğraflarını toplayarak bir arşiv oluşturduğunu öğreniyorlar. Öte yandan Amerika’dan Küba’ya yapılan uçuşlarda Kübalı müzisyenlerin yolcuları eğlendirdiği bir çok fotoğrafa da ulaşıyorlar. Animasyonlar tüm bu fotoğraflara dayanarak gerçeğine uygun şekilde yapılıyor.
Filmde canlandırılan müzisyenler yıldızlar geçidi gibi; Chucho Valdes, Dizzy Gillespie, Charlie Parker, Chano Pozo, Tito Puente, Ben Webster ve Thelonious Monk. Flamenko şarkıcısı Estrella Morente’de filmde yer alan ünlü müzisyenlerden. Bebo Valdes’e adanan filmde Thelonious Monk, Cole Porter, Dizzy Gillespie ve Nat King Cole’un kardeşi Freddy Cole’un müzikleri de kullanılmış. Chico’yu Limara Meneses seslendirmiş. Sadece müzikleri için bile seyredilebilir diyerek o harika animasyona haksızlık etmek istemem.


Hem animasyon hem de müzikleri muhteşem bu filmi severek izleyeceğiniz düşünüyorum.
Film müziklerinden bazılarını buradan dinleyebilirsiniz.

2010 Hollanda Canlandırma Festivali Büyük Ödül

SİYAH VENÜS



VENUS NOIRE
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - Fransa
Bu filmde Güney Afrika’nın ulusal tarihinin simgesi haline gelen Avrupa’da Hottentot Venüsü olarak ünlenen, Sarah Baartman adıyla vaftiz edilen Güney Afrika’lı köle Saartije’nin gerçek hayat hikayesinden esinlenilmiş. Güney Afrika’da köle olarak çalıştığı ailenin yanından zengin olma vaadiyle 20li yaşlarda Avrupa’ya getirilen Saartije farklı-tuhaf vücudundan dolayı Paris ve Londra’da sirklerde bir yabani olarak sergilenir. Saatije’nin hayatının son beş yıllık döneminin anlatıldığı film 1890-1895 yılları arasında Paris ve Londra’da geçer.
Ölümünden sonra vücudunun bazı bölümleri Paris’te Musée de l'Homme’da 1974 yılına kadar sergilenmiştir. 1994’te Nelson Mandela Fransa’dan Saartije’nin bedenini doğum yeri olan Güney Afrika’ya iade etmesini resmi olarak talep eder. Bu talep Fransa tarafından ancak 8 yıl sonra yerine getirilir ve 2002’de Cape Town’dan ayrılmasının üzerinden 187 yıl geçtikten sonra doğduğu topraklara gömülür.

Filmin yönetmeni Tunus doğumlu Fransız Abdellatif Kéchiche’i 2008 yılında film festivalinde gösterilen “Balıklı Bulgur”dan hatırlayanlar olabilir. Yönetmenin her iki filminin de 160 dakikayla normalden hayli uzun olduğunu belirtmekte fayda var.

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

ULUSLARARASI YARIŞMA - Türkiye-Almanya-Hollanda
Ender ve Çetin aynı evi paylaşan, dostlukları lise yıllarına dayanan 30lu yaşlarda iki arkadaştır. Yaşadıkları eve aniden Nihan’ın gelmesiyle düzenleri bozulur. Nihan’ın yanında renk vermeden soğukkanlı, ne yaptığını bilen koruyucu erkek rolü oynamaya başlarlar. Oysa içten içe Nihan’a olan duygularını bastırmaya, ondan gizlemeye çalışmaktadırlar. Tüm bu olaylar sırasında birbirleriyle dertleşen bu iki arkadaşın samimiyetleri kadar saflıkları da etkileyici biçimde anlatılmış. Orta yaşlı iki erkeğin dostluğunu ve onunla paralel olarak kendi içlerinde yaşadıkları çaresizliği anlatan film Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanından uyarlanmış. Kaçırılmaması gereken bir film.
Nihan’ı canlandıran Güneş Sayın ilk filmi olmasına rağmen rolünde oldukça başarılı. İlker Aksum ve Fatih Al’la birlikte güzel bir ekip olmuşlar. Gösterim sonrası yönetmene sorulan sorulardan biri romandaki olayların büyük kısmının filme yansıtılamamasına rağmen sürükleyici ve akıcı bir anlatımı nasıl yakaladıkları yönündeydi. Seyfi Teoman romandaki kimi olayları filmde kısaltarak vermek zorunda kaldıklarını ancak senaryonun Barış Bıçakçı tarafından yazılması dolayısıyla filme uygun bazı ekleme ve kısaltmaların onun kaleminden çıkmasının akıcılığı ve bütünlüğü sağlayan en büyük etken olduğunu belirtti.
Film 30. İstanbul film festivalinde Uluslararası Yarışmada Jüri Özel Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni ve Radikal Gazetesi tarafından verilen Halk Ödülü olmak üzere 3 ödül kazandı.

BİLİNMEYEN KİŞİLER


I SOLITI IGNOTI
ANILARINA - İtalya
29 Kasım 2010’da kaybettiğimiz Morio Monicelli’nin 1958’de çektiği unutulmaz soygun filmi defalarca büyük bir keyifle seyredilebilir. Film 1958’de Yabancı Film dalında aday olduğu Oscar ödülünü kazanamasa da İtalyan sinemasının ve soygun filmlerinin başyapıtlarından biri oldu. Bu siyah beyaz filmi festival sayesinde sinema salonunda büyük bir keyifle izledim.



PORTAKALLAR VE GÜNIŞIĞI


ORANGES AND SUNSHINE
SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - İngiltere
1940-1955 arasında en yoğun dönemini yaşamakla beraber başlangıcı 19. yy’a uzanan ve 1970’e kadar devam eden bir tehcir. Tehcire konu olanlar ise İngiltere’de devletin bakım evlerinden alınarak Avustralya’ya gemilerle gönderilen 130,000’den fazla çocuk. İngiliz Hükümeti bu olayı yıllarca gizliyor. Ancak 1987 yılında kamu görevlisi Margaret Humpreys kendisine gelen bir başvuru üzerine konuyu araştırmaya başlayınca gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İngiliz ve Avustralya hükümetleri tüm olaylar belgeleriyle ortaya çıktıktan sonra bile sorumluluklarını kabul etmiyor, ancak 23 yıl sonra geçtiğimiz senelerde olayın mağdurlarından özür diliyor.

İzlediğim gösterime yönetmen Jim Loach’da katıldı. Filmin sonunda ona sorulan sorulardan bahsetmek istiyorum. Hemen herkes çocuklara neden böyle bir tehcir yapıldığını merak ediyordu. Jim Loach olayın çok karmaşık olduğunun altını çizerek birden çok nedenin etkili olduğunu ve en önemli nedenlerin İngiltere açısından bakım evlerindeki ekonomik nedenler ve bunların evlilik dışı yada genç yaştaki annelerin çocukları olmasıyken Avustralya açısından da nüfusun artırılmak istenmesinin etkili olduğunu belirtti. Bir çocuğun aylık bakım gideri £10 tutarken onu gemiyle Avusturalaya göndermek £8 mal olur. Bir soru da Len karakteriyle ilgiliydi, gerçekten bu kadar aykırı bir karakter mi yoksa bir kısmı kurgu mu diye soruldu. Loach bu soruyu da Len’in geçekte izlediğimizden 10 kat daha aykırı bir yapısı olduğunu filmde ancak ondabirini ekrana yansıttıklarını söyleyerek cevapladı.
Jim Loach’a biletimi imzalatırken filmi çekmek ne kadar sürdü diye sordum. Hafifçe gülümseyerek 8 yıl dedi. Filmi tavsiye ettiğimi söylememe bilmem gerek var mı?



FABRİKADAKİ PİYANO


PIANO IN A FACTORY
ULUSLARARASI YARIŞMA - Çin
Çin’in kuzeydoğusunda bir şehirde çalıştıkları çelik fabrikası kapanınca Chen ve arkadaşları bir müzik grubu kurarak geçinmeye çalışırlar. Chen akordiyon çalan, müziği seven, saf ve iyi niyetli bir babadır. Kızına piyano dersleri aldırmak için elinden geleni yapar. Öte yandan karısı hem boşanmak hem de kızının vesayetini ister. Kızının kendisine kim piyano alırsa onda kalacağını söylemesi üzerine hem duygusal hem de komik bir süreç başlar. Chen’in bir piyano edinmek için gösterdiği çabayı, arkadaşlarının desteğini ve aile ilişkilerini muhteşem müzikler eşliğinde zaman zaman kahkahalarla izleriz.



O ZAMAN VE ŞİMDİ, 2010’DA SINIRLARIN VE FARKLILIKLARIN ÖTESİNDE

insan
YARIŞMA DIŞI - Brezilya-Fransa-Türkiye-İtalya-Burkina Faso-İran-ABD

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 18. maddesi “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı vardır” der. 7 farklı yönetmenin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 18. maddesinden esinlenerek çektiği 7 filmin içinde sadece ikisini keyifle izledim.

CEBİMDE KAN VAR


SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI – Danimarka
Demokratik Kongo Cumhuriyetinde(DKC) 15 yıldır devam eden iç savaşta 5 milyon kişi öldü, 300,000’den fazla kadın tecavüze uğradı. İç savaş silahlı gruplar bu savaşı sürdürmeye yetecek parayı bulabildikleri sürece de durmayacak. Paranın kaynağı Kongo’da bulunan bazı doğal mineraller. Bu mineraller cep telefonları başta olmak üzere pek çok elektronik cihazın üretiminde kullanıldığı için değerli. Kongo bu minerallerin dünyadaki en büyük rezervlerine sahip. Dolayısıyla Kongo’dan çıkartılan minerallerden satın alan üreticiler ve bunları kullanan tüketiciler, bir şey yapmadan oturduğumuz sürece hepimiz bu savaşı finansal olarak destekliyoruz.
Filmin amacı bu gerçeği ortaya çıkartmak değil zira gerçek Birleşmiş Milletler raporlarında 10 yıldır zaten yer alıyor. Filmin amacı bu gerçeği bildiği halde görmezden gelen büyük şirketlerin ve devletlerin artık bu savaşı durduracak bir şeyler yapmalarını sağlamak. Bu amaçla Nokia’ya ulaşarak çevreci ve sosyal sorumluluklarının bilincinde olduğunu iddia eden firmanın bu konudaki politikasını öğrenmek yapılanları görmek istiyor. Öte yandan Kongo’daki madenlere inip orada da çekimler yapıyorlar. Çocukların ve yetişkinlerin madenlerde nasıl köle gibi çalıştırıldıklarını, hangi şartlar altında yaşadıklarını gösteriyor.

Öte yandan filmde sivil toplum örgütleriyle irtibata geçilerek bu sorunun çözüm yollarına da yer verilmiş. Biri kısa biri daha uzun zaman alacak iki çözüm önerisi de açıklanıyor. Çözüm önerilerinden biri aynı pırlantalarda olduğu gibi minerallerin de sertifikalanması, ki bu uzun bir süreç gerektiriyor. Kongo’daki halk için daha çabuk sonuç verecek bir çözüme ihtiyaç var. Daha kısa sürede sonuç verecek ikinci çözüm ise bu mineralleri kullanan tüm şirketlerin tedarikçilerini açıklaması. Bu sayede tedarik zinciri ortaya çıkacak ve şüpheli tedarikçiler büyük baskı altına alınmış olacak. Bunun zaten şirketlerin şeffaflık politikalarıyla da uyumlu olması beklenir. Ancak öneriyi götürdüğünde Nokia bunu yapamayacağını söylüyor. Nedeni ısrarla sorgulandığında ise rekâbet nedeniyle bu bilgiyi açıklayamayacağını belirtiyor. Rekâbet daha fazla kâr etmek için yapılan bir yarış, oysa ortada ölen insanlar, tecavüze uğrayan kadınlar, köle gibi çalıştırılan çocuklar var. Şirket yetkilileriyle yapılan konuşmalar insana şirketler kâr peşinde koşarken sosyal sorumlulukları ancak kârlarını etkilemeyecek konularla sınırlı kalıyor demek ki dedirtiyor.
Cebimde Kan Var” bu gerçeği herkesin duyması, şirketlerin ve devletlerin insan haklarına saygı duymanın kâr etmekten daha öncelikli olduğunu anlaması amacıyla çekilmiş. Bunun sağlanmasında tüketici olarak bizlerin de sorumluluğu var. Hem rekabet yasalarında gerekli düzenlemelerin yapılması için hem de şirketlerin insan hayatı ve onurunu kârdan üstün tutması için bu tür girişimleri başlatanlara destek olmalıyız. Filmi izlemenizi ve filmin resmi sitesini ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum.

Benim cep telefonum da Nokia. Dünyada satılan her 3 telefondan biri Nokia. Nokia’nın nasıl teknoloji ve telefon üretiminde öncü bir rolü varsa bu konuda da aynı hassasiyeti göstermesini, bir an önce harekete geçmelerini bekliyorum. Bunu yapabileceklerini biliyorum.

2010 Berlin Adalet Ödülü

İNSAN KAYNAKLARI MÜDÜRÜ


SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI - İsrail Fransa Almanya Romanya
Kutsal topraklar. Bir bombalama. Bir gazeteci. Bir ekmek fabrikası ve fabrikanın İnsan Kaynakları Müdürü. İsrailli yönetmen Eran Rikins tüm bu parçalardan etkileyici manzaralar ve zaman zaman güldüren dialoglar eşliğinde keyifle izlenen bir yol filmi yaratmış. Hem edebiyatta hem de sinemada sık sık kullanılan bir temadır yolculuk. Riklis filmde festivalin bu seneki temasına uygun biçimde yolculuğa farklı bir gözle bakarak Kudüs’te başlayan Romanya’daki bir köyde son bulan bir yolculuk hikayesi anlatmış. Filmdeki karakterlerin hepsi çok iyi kurgulanmış ve canlandırılmış. Hiç beklenmedik anlarda olayların yön değiştirmesiyle izleyiciyi perdeye kilitleyen bir akışı var filmin.


Yönetmen Eran Riklis’i 2008 yılında Filmekiminde izlediğim Limon Ağacı filmiyle tanımıştım. Yine keyifle izlenen bir film çekerek Locarno’da izleyici ödülünü bileğinin hakkıyla almış.

2010 Locarno İzleyici ödülü

DÜZELTİ


ERRATUM
GENÇ USTALAR - Polonya
Doğduğu kasabaya yıllar sonra (mecburen) giden genç bir adamın geçmişi ve kendisiyle hesaplaşmasını izliyoruz. Michal, çocukluk arkadaşı Ojciec, karakoldaki babacan polis müdürü, tamirci yaşlı adam hepsi çok keyifle izleniyor. Baba-oğul ve iki arkadaşın tartışmaları-konuşmaları çok samimi ve doğal. Filmin en beğendiğim görüntülerine gelince özellikle gece vakti gittikleri sahildeki görüntüler ilk aklıma gelenler…
Marek Lechki’nin bu ilk filmini çok beğendim, bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğim. Aldığı ödülü hakediyor.

2010 Chicago En İyi İlk Film – Altın Plaket

IŞIK HIRSIZI


SVET-AKE
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – Kırgızistan-Almanya-Fransa-Hollanda

Kırgızistan’da dağlar arasında rüzgârlar içinde sefalet içinde bir köyde herkesin sevgilisi yardımsever, saf ve çalışkan bir elektrikçi. Köylüler ona Bay Işık derler, bir taraftan da onun rüzgar tribünleriyle köye hatta civara elektrik sağlanması hayaliyle herkes dalga geçer. Para kokusunu iyi alan Behçet’in Çinli yatırımcılarla birlikte köye gelmesiyle olaylar başlar. Filmde dostluk, sadakat ve güven üzerine zaman zaman güldüren zaman zaman da düşündüren olaylar politika ve çıkar ilişkileriyle iç içe verilmiş.

Yönetmen Arym Kubat aynı zamanda başrol oyuncusu olarak da çok başarılı.

AMADOR


AMADOR
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – İspanya
Bir varoş. Çiçek çalıp sokaklarda satarak geçinen bir grup göçmen. Yaşlı ve hasta bir adam. Düşünceli, biraz hüzünlü genç bir kadın.

Marcela adındaki bu genç kadın yaşlı ve hasta adamın bakıcılığını çok da istemediği halde kabul eder çünkü paraya ihtiyaçları vardır. Bu yaşlı adamın adıdır Amador.

Film, Marcela’nın hayatının bir dönemini gösterirken kişi mecbur kaldığı için yaptığı şeyler doğru bildikleriyle ve inançlarıyla çelişirse nasıl davranmalı sorusunu da, hayatın anlamını da irdeliyor. Bir konuşmalarında Amador hayatın anlamını önündeki yapboza benzeterek anlatır. Bir başka konuşmada ise tanrının bulutları yaratma nedenini öylece söyleyiverir, oysa onun söylediği o cümleyi ve Marcella’nın bununla ilgili Puri’ye sorduğu soruyu sanırım ben yıllarca hatırlayacağım.

Marcela’yı Perulu aktris Magaly Solier canlandırıyor. Yaşadığı sıkıntılı durumu, kararsızlığı öylesine güzel yansıtıyor ki. Senaryoda aralara serpiştirilen ve izleyiciyi neşelendiren espriler, olaylar tam da yerli yerinde. Film benim açımdan sürpriz bir sonla bitti.

İzlemenizi tavsiye edeceğim bu filmi ve yönetmeni Fernando Leon de Aranoa’yı bir kenara not edin. Umarım vizyona da girer.

UYKU HASTALIĞI


SCHLAFKRANKHEIT
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – Almanya-Fransa-Hollanda
Genel olarak Afrika’daki sağlık yardımları ve bunların kullanımı Kamerun’daki uyku hastalığı üzerinden anlatılmış. Önce filme adını vermekle birlikte hiç bilgi verilmeden sadece adı geçen uyku hastalığından kısaca bahsedeyim. 2008 yılında dünyada 48,000 kişiyi öldüren uyku hastalığı bir sinekle taşınan bulaşıcı ve tedavi edilmezse öldürücü bir hastalık. Hastalığın iki evresi var. İkinci evrede parazit beyindeki sinir dokusuna hasar verir bu da hastada şuur kaybına neden olur. Hasta gittikçe yavaş hareketli, halsiz, gündüz vakti sık sık uykuya dalan bir kişi olur. Daha da ilerlerse hasta komaya girer, bu noktadan sonra ölüm kaçınılmazdır. Uyku hastalığının ilacı ve erken evrede teşhis edilmesi durumunda tedavisi vardır. Hastalık adını ikinci evreye geçen hastaların gündüz vakti de sık sık uykuya dalmalarından alır.
Film biri Avrupa’lı ama artık Afrika’dan ayrılmak istemeyen diğeri Afrika kökenli ancak Afrika’ya tamamen yabancı iki doktorun bu program kapsamında Kamerun’da karşılaşmalarını anlatır. Eddo yıllardır Kameron’da uyku hastalığını önlemek için uygulanan programı yönetmektedir. Ülkesine (Almanya’ya) geri dönmek istemez. Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü sağlık programının denetimi için Alex’i Kamerun’a gönderir.
Filmi izlerken bir çok soru işareti oluşuyor. Eğer verilen işi çok iyi yaparsanız, artık ortada yapılması gereken bir şey kalmazsa bu başarı mıdır? Peki kişi başarılı olduğu için istemediği bir yere gönderiliyorsa bu aslında başarıyı cezalandırmak mıdır? İşini iyi yaptığını düşünen kişi kaynakları kendi isteği doğrultusunda kullanabilir mi? Sağlık yardımlarının amacına ulaşıp ulaşmadığı nasıl denetlenmeli? gibi farklı bir çok konuyu sorgulamaya çalışan bir film.

Yönetmen Ulrich Köhler de Afrika’da doğmuş ve çocukluğunu orada geçirmiş. Belki çocukluğunu orada geçirmenin avantajıyla çektiği film çok etkileyici manzaralar içeriyor, Afrika’da geçen diğer filmlerde izlediklerimden çok daha farklı ve etkileyici manzaralar. Ancak filmin sadece Elbo etrafında dönmesi, olaylar ve zaman içindeki ani geçişler beni yordu. Ayrıca bir eleştirdeki diğer karakterlerin tam olgunlaşmadığı yorumuna ben de katılıyorum.

2011 Berlin En İyi Yönetmen

MİRAL


MIRAL
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN – İngiltere, İsrail, Fransa
1948’de Arap-İsrail savaşı bitmiş henüz İsrail devleti kurulmamıştır. Hind el-Hüseyni bir gün sokakta kimsenin ilgilenmediği, perişan, aç-susuz ve kimsesiz Filistinli çocuklar görür. Savaşta anne-babasını kaybetmiş, savaş sonrası yaşanan kargaşada ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeyen, zaten gidecek yeri de olmayan onlarca Filistinli çocuğa kayıtsız kalamaz. Yedirip içirmek üzere kendi evine getirdiği bu çocuklarla birlikte hayatında yeni bir dönem açılacaktır. Gazeteci Rula Jebreal da 7 yaşında bu yetimhaneye gelen, burada büyüyen kızlardan biridir. Yıllar sonra bu yetimhanede yaşadıklarını anlattığı bir kitap yazar. Miral bu kitaba dayanmaktadır.
Filmde Dar Al-Tifel adlı yetimhanenin kuruluşunu ve kurucusu Hind el-Hüseyni’yi izlerken dönemin politik olaylarına da tanık oluyoruz. Örneğin 1979 Oslo Barış Görüşmelerinde alınan kararların hangi şartlar altında ortaya çıktığını ve Arap ve İsrail halkları arasındaki ilişkileri çok nazik bir dengede anlatılıyor. Bu dengenin film boyunca sürekli gözetildiğini hissediyorsunuz. Bunda senaryonun da Rula Jebreal tarafından yazılmasının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yönetmen Julian Schnabel’i Kelebek ve Dalgıç’tan hatırlayanlar olacaktır.
Filmde Seikh Saabah‘ı canlandıran aktör Juliano Merr-Khamis’in 4 Nisan 2011’de bir Filistin mülteci kampında kurduğu tiyatronun önünde uğradığı silahlı saldırıda öldürüldüğünü de belirtmeden geçemeyeceğim.

MUHBİR


THE WHISTLEBLOWER
AKBANK GALALARI – Amerika
Bu film Kathryn Bolkovac’in barış gönüllüsü olarak gittiği Bosna’da yaşadıklarına dayanarak çekilmiş. Olaylar kurgu olsa insana yok artık daha neler dedirtecek cinsten oysa tümü gerçek. Bu gerçeği bilmek insanı insanlığından utandırıyor. ‘Hayatımız’daki umut ve iyimserlikte Luchetti’nin gerçeklerden taviz verdiğini söylerken kastettiğim gerçeklik bu filmde insanın yüzünde tokat gibi patlıyor.
İçsavaş sonrası Bosna. Kathryn önerilen yüksek ücret nedeniyle barış gönüllüsü olarak Bosna’ya gelir. Bir kaç ay içinde gösterdiği cesaret ve azmiyle Madeleine’in dikkatini çeker. Madeleine ona Birleşmiş Milletlerin Toplumsal Cinsiyet Bürosunun başına geçmesini teklif eder. Kathryn’in bu teklifi kabul etmesinden sonra olaylar çorap söküğü gibi gelir. Bir kadın tek başına Birleşmiş Milletler “barış gücü”ndekilerin barışı sağlamak ve korumak üzere geldikleri Bosna’da nelere bulaştıklarını belgeleriyle gözler önüne serer. Bosna’da savaş sonrası güvenliği sağlamak üzere açılan ihaleyi kazanan özel şirket çalışanları da, Birleşmiş Milletler barış gücü de seks ticaretinden, insan ticaretine uzanan işlerin içinde yer almaktadır. Çalışanların tümünün dokunulmazlıkları olduğu için suçları belgelense de yargılanamamaktadırlar.
Tempoyu hiç düşürmeden, duygusallıkla duygu sömürüsünü birbirine karıştırmadan yaşananları gayet net ancak kolaycılığa kaçmadan yansıtan filmi izlemenizi tavsiye ederim.


BİNANIZ KAÇ KİLO BAY FOSTER?

**

HOW MUCH DOES YOUR BUILDING WEIGHT, MR. FOSTER?
NTV belgesel kuşağı – İngiltere İspanya ortak yapımı
Norman Foster ingiliz orta sınıfından bir ailenin tek çocuğu olarak 1935’de Machaster’da doğar. Mimarinin kurallarını yeniden yazarak 1999’da Pritzker ödülünü alan birinin 21 yaşına kadar mimarlıkla alâkası olmayan bir sürü işle uğraştığını üniversitede mimarlık okumaya ancak 21 yaşında başladığını öğrenmek şaşırtıcı, değil mi?
Norman Foster mimarinin insanın tüm duygularına hitap etmesi gerektiğine, bizi çevreleyen şeylerin kalitesinin bizim yaşam kalitemizi doğrudan etkilediğine inanır. Tasarladığı yapılarda ister içinde olsun, ister dışardan baksın insanların daha iyi hissetmesini sağlamayı hedefler. Yüksek teknolojiyi sürdürülebilirliği ve çevreyi korumak için araç olarak kullanır. Tasarımı sayesinde The Hearst Tower inşaa edilirken normalden %21 daha az çelik kullanılmıştır, üstelik kullanılan çeliğin %90 yeniden dönüştülmüş çeliktir. Binanız Kaç Kilo Bay Foster? Bu soruyu Norman’a soran mucit–mimar Buckminster Fuller’dır. Söz konusu bina ise Norman’ın 1974‘te tasarladığı 1978’de hizmete açılan Sainsbury Görsel Sanatlar Merkezidir. Binanın kaç kilo olduğu çevresel nedenlerle önemlidir. Binanın yapımında kullanılan her bir kilo malzeme ek enerji, bu malzemenin üretimi, taşınması, birleştirilmesi için ek kaynak ihtiyacı demektir. Isıtma, soğutma, temizleme ve bakımı da cabası.
Hepimiz gibi o da hayatta bazen kazanır bazen kaybeder. Ama her kaybettiğinden bir şey öğrenerek onu da kazanca çevirmeyi çok iyi bilir. Bunun en iyi örneğini Heatrow 5. Terminal ve Hong Kong havaalanları inşaasında görürüz. Heatrow 5. Terminal’in mevcut havalanına ek bir terminal yapımı iken Hong Kong’dakinin sıfırdan bir havaalanı inşaası olduğunu not düşeyim. Bir röportajda projedekilerden biri şunları söyler,
“Heatrow 5. Terminal için açılan yarışmaya katıldık ancak kazanamadık. Çok üzüldük. Bundan 1.5 sene sonra Hong Kong havaalanı için yapılan yarışmaya katıldık. Uyuyan bir ejderha şeklindeki havaalanı tasarımıyla yarışmayı kazandık. Dünyanın en büyük havaalanı olan Hong Kong havaalanının inşaatı tamamlandı ve hizmete açıldı. Heatrow 5. Terminal hizmete açıldığında Hong Kong hizmete gireli 7 sene olmuştu.”
Hong Kong’daki dünyanın en büyük havalanı olan Chek Lap Kok’u 4 yıl gibi inanılması zor bir sürede tamamlamışlardır.

Otoyol ve estetik, bir arada olabilir mi? Çoğumuz hemen hayır desek de evet diyen birini duyarsanız büyük ihtimalle dünyanın en büyük köprüsü Millau Viyadüğünü, en azından fotoğraflarını görmüştür. Viyadük 2,5 kilometre uzunluğu ve 36 bin ton ağırlığıyla çok hantal bir yapı olmakla beraber tasarımdaki estetik havada asılı duruyormuş görünümü vermektedir. Fransa’da Tarn nehri üzerinde yapılan, Paris ile Barcelona arasındaki dünyanın en yüksek köprüsü Millau, 2 aks arası açıklığı 342 metre ve zeminden 343 metre yüksekliği ile fransızların yeni Eiffel’i olarak tanımlanıyor.
Halen Abu Dabi’nin 17 kilometre uzağında kurulmakta olan Mastar şehrinin tasarımı ve inşaatı üzerinde çalışıyorlar.


BUZ SESİ


LE BRUIT DES GLAÇONS
YILLARA MEYDAN OKUYANLAR – Fransa
İnsan kanser olduğunu duyduğunda ne hisseder? Peki kanser olduğunu birinin ona söylemesi gerekir mi? Yoksa insan kanser olduğunu kimse ona söylemeden daha önce hisseder mi?
“Buz Sesi” festivalin bu seneki sloganına uygun bir şekilde kanser konusuna farklı gözlerle bakmış. Kanser konusunda seyrettiğimiz dramatik filmlerden sonra 72 yaşındaki yönetmen Bertrand Blier’in bu esprili, kanser ve ölümle olduğu kadar kendisiyle de dalga geçen bakışından çok etkilendim. Doğrusu kendisi de kanser olan birinin gözünden bu hastalığı anlatan filmi seyrederken bu kadar eğleneceğim aklımın ucundan geçmemişti. Jean Dujardin’i Charles rolünde, Albert Dupontel’i ise Charles’ın kanseri olarak izliyoruz Bu ikili muhteşem bir iş çıkartmış. Louisa’yı canlandıran Anne Alvaro’nun da hakkını teslim etmek lazım. Defalarca işlenmiş bir konuda 6 kişilik küçük oyuncu kadrosuyla 7 haftada ve 7 milyon avroluk bütçeyle çekilen film sunduğu hem kötümser hem neşeli bakış açısı ve yaratıcılıkla bence alkışı hakediyor.


Filmin adı Charles’ın hiç yanından ayırmadığı buz kovası içindeki buzların çıkardığı sesten geliyor. Aralara patronların (ev sahiplerinin) kanseriyle çalışanların kanserinin farklı olması gibi kara komedi sosyal taşlamalar serpiştirilen filmde beklenmedik bir anda Cohen’in sesi duyulur. “A Thousand Kisses Deep” öylesine beklenemedik bir anda çalmaya başlayınca kapanışta da Jaques Brel’i duymak artık kimseyi şaşırtmaz.
2010 Venedik Venice Avrupa Sinemaları-En İyi Avrupa Filmi.

ANAYURT


CHORA PROELEFSIS
GENÇ USTALAR - Yunanistan
Bir aile üzerinden Yunanistan’daki politik değişimi anlatan filmde yer yer gerçek yer yer kurgu görüntüler kullanılmış. Hem zaman içinde hem de bireyler arasında sürekli bir gidip gelme ile kurgulanmış olması açıkçası izlerken beni çok zorladı. Oysa yanımdaki arkadaşım büyük bir keyifle izliyordu. Doğrusu onu kıskanmadım desem yalan olur.
Yunan ulusal marşı üzerinden anlatılan olayların özgürlüğü sorguladığını da onunla konuşurken farkettim. Naçizane tavsiyem yorgun olmadığınız bir gün ve saatte seyretmeniz yönünde.



HAYATIMIZ


LA NOSTRA VIDA
DÜNYA FESTİVALLERİNDEN - İtalya
Daniele Luchetti’yi 2007 Filmekimi’nde severek izledğim “Abim Evin Tek Çocuğu” filmiyle tanıdım. Luchetti “Hayatımız”da yine bir işçi ailesinin üzerinden bu kez İtalya’daki toplu konutlarda yaşayanların hayatlarını anlatıyor. 20’li yaşların sonundaki inşaat işçisi Claudio deliler gibi aşık olduğu karısı Elena ve iki oğluyla birlikte Roma'nın varoşlarındaki toplu konutlardan birinde yaşamaktadır. Elena 3. çocuklarına hamiledir. Filmin başında sıradan bir İtalyan işçi ailesinin günlük hayatına Claudio ve ailesinin vasıtasıyla tanık oluruz. Neşeleri, hayata umutla bakmaları, akrabalık bağları ve birbirlerine olan sevgileri izleyeni bir anda sarar. Hayatımız aslında 3 ailenin hikayesidir.
Aynı blokta yaşayan ikinci aile uyuşturucu işindeki Vittorio, Celeste ve bebekleridir. Aralarında samimi ve güvene dayalı komşuluk ilişkileri vardır. Örneğin Celeste tekerlekli sandalyedeki Vittorio ve bebeklerini yürüyüşe çıkarırken Claudio ve Elena’nın çocuklarını da alır. Üçüncü ailede ise Romanyalı kaçak göçmen bir anne ve oğlunu görürüz. Olaylar bu üç ailenin yollarını beklenmedik zaman ve şekillerde kesiştirir.

Filmin ilerleyen bölümlerinde bu üç ailenin aralarındaki dayanışma ve güven üzerine kurulu ilişki ile uyuşturucu ticareti, kaçak işçi çalıştırma gibi yasadışı işler içinde yer almaları büyük bir çelişkiyi gözönüne serer. Film toplu konutlarda yaşayanların mecbur kaldıkları ve başka çareleri olmadığı durumlarda yasadışı işlere bulaştıkları, özünde iyi niyetli, güvenilir insanlar oldukları mesajını veriyor. “Hayatımız”ın temelindeki duygu bence gelecek günlerin daha iyi olacağına dair iyimserlik ve umut. Bu genellemeyi yaparken gerçeklerden taviz verdiğini düşündüğümü belirtmeden geçemeyeceğim.
Pocari’yi canlandıran Giorgio Colangeli’yi Il Divo’dan hatırlayanlar çıkacaktır. Claudia’yı canlandıran Elio Germano Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü Javier Bardem’le paylaşmıştı. Her iki filmi de izleyen biri olarak iki filmdeki erkek oyuncuların canlandırdıkları karakterler arasındaki benzerlik de şaşırtıcı geldi bana. Ailelerinin dağılmaması için gösterdikleri çaba, kapitalist bir dünyada çocukları için gerekli parayı normal yollardan kazanamamaları ve yasa dışı işlere bulaşmak zorunda kalmaları, yaşadıkları çaresizlik...

2010 Cannes En İyi Erkek Oyuncu