Tezer’e Mektup

Mehmet Bilecen

Sevgili Tezer,
Sana ne kadar kırgın olduğumu bilemezsin. Bu hayata, senin yaşamadığın bir dönemde atılmayı hiç istemezdim. Ve sen; seni  seven, tanımadığın bir insan için bile yaşadığın dönemi değiştirerek, onun yaşadığı dönemde yaşamak isteyebilecek kadar naif bir insan olduğun halde nasıl olur da bu dünyaya 1943’ de gelip de, acelen varmış gibi 1986’ da gidersin, anlamadım. Ama kaderime razı olup, yazdığın kitaplarında yaptığım yolculuklardan anılar yaratmaya çalıştım. Eminim ki; sana yazdığım mektubu okuma şansın olsaydı, beni çok iyi anlardın. Zira bir gün bana;  “ Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir.” demiştin. O zamanlar “ Yaşamın Ucuna Yolculuk” a çıkmıştın.

Ben de sınırlara karşı çıkmak için sana mektup yazıyorum. Kendi kuşağımın heyecansızlığı ürpertirken beni, seni anımsıyorum. Senin eleştirdiğin yaşam biçimlerinin, nasıl olup da hala, daha da yoğun bir şekilde insanları görünmez bir faşizm bataklığına sürüklediğini görmek acılarına ortak ediyor beni. Bu öyle bir faşizm ki; parıltıları yüksek ışıklar altındaki koca koca şehirlerin huzur verici yanıltıcılığı altında oyalanan aşı, eşi, işi iyi olanlarla, aşı, eşi, işi sorunlu olanları ve aşı, eşi, işi olmayanları bir araya getirebilmektedir. Bu farklı kategorilerdeki insanlar aynı hayatı yaşamamaktadırlar. Ama hepsini birleştiren nokta; hayatlarını aynı üçgen üzerinden kurmalarıdır. Kimisinin parası vardır;  kimisinin,saygınlığı; kimisinin zekası; kimisi hepsine sahiptir; kimisi de hiçbirine. Ama hiçbirinin içinde dolandıkları üçgenin iç açıları toplamından daha geniş bir bakış açısına sahip olduğuna tanık olamadım. Sonra kendimi düşünmeye başladım. Ben kendimi hangi sıfatlarla tanımlamalıyım ?  Beni tanıyan insanlar, beni neye göre tanımlamaktadır ? Bu hayatta kendime uygun bir yol çizmeye çaba gösterdim. Yapabileceğim işi yapmak için okuma fırsatına sahibim, yaşamak istediğim şehirde yaşıyorum, beni seven bir ailem var. Bütün bunlar yan yana geldiğinde mutsuz olmak benim için bir lüks olarak görüldü. Her şeye rağmen insanın mutsuz olabileceğini anlatmaya çalıştım; ama dinleyebilecek az sayıda kişi bile aralarından bir anlayan çıkaramadılar. 


Ama bu konuda senin bana Yaşamın Ucuna Yolculuk' a  çıktığın sırada söylediklerin içimi ısıtabildi:
“... Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum.. Ve hepsine haykırmak istiyorum.. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey.. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil.. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim.. Hem de hiçbir çaba harcamadan.. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan.. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki...Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için değeri yok...”
Özellikle bu cümlelerini bir kağıda yazıp; bildiri olarak dağıtmayı düşünüyorum. Sanırım yapmış olduğum en politik eylem vasfını kazanacaktır; bu eylemim. Ama tahmin ediyorum ki; sen buna çok kızardın. Ben yine de böyle bir şeyi yapardım. Diretmelere saygı duyduğunu bildiğim için. Diretmeler çocuklukları hatırlattı birden. Çocukluğunun Soğuk Gecelerini anlatırken; çocukluk anılarımın sırdaşını bulduğumu hissetmiştim. Babandan bahsediyordun bana. Çalışma masanın karşısındaki duvara babanın yazdıklarını söylediğinde hiç şaşırmamıştım:
1. Işık soldan gelmeli
2. Kitap gözünüzden 30-45 cm uzaklıkta durmalı.
3. Çalışma biter bitmez ışıklar kapatılmalı.
Şaşırmamıştım çünkü; o babalardan çok var memleketimizde. Kötü olduklarını söylemiyorum ama; çocuklarının ellerine saatli bombalar koyduklarının farkında olmadıklarını anlatmaya çalışıyorum. Anneler de bu rollere ortak kuşkusuz. Avuntulardan kaleler yapıyorlardı hayata karşı güçlü durabilmek için. Sonra avuntularını çocuklarına bulaştırıyorlardı. Sayısız nasihatler veriyorlardı çocuklarına. Bana göre bütün nasihatleri özetleyen cümle: “Terli terli su içmeyin” oluyordu. Oysa hayata karşı yetmiyordu bu cümle. Korku vardı bu cümlede, temkinli olma gereksinimi vardı. Bilmiyordu oysa büyükler, çocuklarının hastalıklarının nedeni terli terli su içmek değil; neyi içerek mutlu olabileceklerini öğrenememeleriydi.  Bana çocukluğunun soğuk gecelerini anlatırken  anlattığın; Guguk Kuşu filmi gibi yaşadığımız hayat. Sen filmden bahsedince, hemen alıp izledim. Deliler otoriter uzmanların kısıtlayıcı yöntemleriyle tedavi edilmeye çalışılıyordu. Delilerin en delisi gelip; oyunun kurallarını bozduğunda hastalar iyileşiyordu ama; oyunun kuralları bozulduğundan otorite en deliyi cezalandırıyordu. Sen sıkıntısını artık çekmiyorsun ama; yaşadığımız dünya hala Guguk Kuşu' ndan farksız. Sen de delilerin en delilerinden olduğun için otoritenin zorunluluk kılığındaki gizli faşizmine yenilmedin, bu yüzden ölümün Guguk Kuşu' ndaki başrol oyuncusunun ölümünden farksızdı. Senin yenilmeyişinin temelindeki düşünceleri çok daha iyi anlamıştım; bana günlüğünün bir bölümünü okuttuğunda. Özellikle Berlin' de 31 Ekim 1982' de yazdığın şu cümleleri hiç unutmuyorum:
“ Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku... Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur-artık hiçbir yerdesin.”
Seninle sohbet etmeyi çok özledim, Tezer. Seninle hiç sohbet etmemiş olsak da, bir ihtimali özlemenin gizeminde kapılıyordum melankoliye. Zira şimdilerde  çoğu sohbetlerde insanlar bildiklerinden, ideolojilerinden, ilgi alanlarından, statülerinden zırhlara bürünüp yalnızlıklarını ve korkularını avutuyorlar. Bu yüzden bana sadece dinleyici rolü oynamak düşüyor. Çünkü insanların acılarını, korkularını tanımadan kendi  acılarımı ve korkularımı kusamıyorum. Kusamadan konuştuğum her şey tedirgin edici yalanlara dönüşüyor. Yalnızlıklar ve korkular zırhı beni çok terletiyor. Bu yüzden senin gibi kaçmak istiyorum. Sen zırhlarla avunamadığın için kaçtın. İçindeki çocuktan korkmadığın için ve dünyanın çocukları zaman tünelinde öldürdüğünü bildiğin için kaçtın. Seraplardan oluşan eşiklerin ufka ulaşmak için katlanılması gereken yerler olduğunu öğrettiler bize; evde anne ve babalarımız, okulda öğretmenlerimiz, ülkemizde siyaset büyüklerimiz. Gösterdikleri umut yolculuğuna korkulardan geçilerek gidiliyordu. Para korkusu, sevilmeme korkusu, kendilerini ispat edememe korkusu... Sen ise bu yolculuğa kanmayıp kendi yolculuklarına çıkıyordun; bir çok şeyi elinin tersiyle iterek. Ve böyle yaptığın için bencil olduğun düşünülüyordu. Evet haklılardı aslında, çünkü; kavramlar çoğunluğun değer yargılarıyla örülmüştür. Sen gerçekten çok bencildin, Tezer. Yaşamın Ucuna Yolculuğa çıktığında bu durumu çok iyi anlatmıştın bana:
“Ve küçük yaşlarımdan beri beni ilgilendiren deliliğin boyutlarına ne denli gerçek ve ne denli cesur atılımımı düşünüyorum. Yaşamımda elde edebildiğim bir tek başka boyut var. Kimsenin sahip olamadığı bir boyut. Cesaretleri yetmediği için sahip olamadıkları bir boyut. Kendi kendilerine kıyamadıkları için, yaşam boyunca sürüklenip çıkamadıkları aklın boyutları.”
Senin yaşamından anılar çaldığım için pişman değilim. Çünkü senin dünyaya bakışın bu hırsızlığa meşruluk zemini oluşturuyor. Artık kolay inanmıyorum, ben muhalifim diyenlere, özgürlükçüyüm diyenlere,  Dosteyevski' yi sevdiklerini söyleyenlere. Yaşamdaki avuntulara ne kadar tekme atabildiklerini, aklı hangi zamanlarda inkar edebildiklerini söyleyebilirlerse inanacağım onlara. Benim düşüncelerime göre diye başlayan cümleleri yemiyorum artık. Benim yaşadıklarıma göre, benim keşfettiklerime göre, benim şaşkınlıklarıma göre, benim çaresizliklerime göre diye başlayan cümlelerin devamını dinlemek istiyorum. Çünkü sınırlarını keşfetmeyen insanın düşünceleri ön yargılar, avuntular, zırhlar tarafından belirleniyor. Beni avuntusuz bırakarak kendimi tanımamda önemli bir eşik olduğun için sana teşekkür ediyorum. Belki kendi sınırlarınla yine kavga eder, mektubuma cevap yazarsın.
Sınırsızlıklarla…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder