Keşfin Karlı Hikâyesi

Yasin Kütük

Hatırlıyorum. Bundan tam on beş yıl önce, karlı bir Ankara ayazında, sis ve gecekonduların yoksul dumanı, karşısındaki caminin kubbelerinden başlayarak, bütün minareyi görünmez kılarken dayımın evinin, radyoda soğuk metalik tiz bir erkek sesi, polis radyosunun caz kuşağında, sıradaki şarkıyı anlatıyordu: Japan, Nightporter. Dayım bana bakıyordu, bense radyonun kırık antenine ve ahşap çizgilerle kaplı hoparlörüne ve belinden kırık, bir oyuncak bebek gibi duvara yaslanışına bakıyordum. Darbe yıllarında anarşist olmakla suçlanan dayıma, üç yılını geçirdiği hapishane yıllarından geriye, karlı gecelerde sızlayan bir çift ayak, ömrünün geri kalanında vücuduna işkence edecek bir kelepçe organ gibi, hatıra bırakılmıştı: “Her güne, kaldırım taşlarını yürürken yerinden oynatacak kudretli ayakların üstünde ve hayatımın şiirine, bugün rastlaşacağım yaşamımın parçacıklarını ekleyerek başlayabiliyordum, ama işte o soğuk, sidikli odalarda, heyecanımızı da kırdılar ayaklarımızla beraber. Gel, kalorifere yaslanalım.”

İkimiz, bu yüzden, pencerenin hemen kenarında kaloriferlere yaslanıp konuşmaya, apartmanlaşmaya yeni başlamış ülkenin ilk haşereleri  kalorifer böcekleri sayesinde, biraz da şikayet ederek başlamıştık. “Radyonun” dedi sonra, “en çok, o tiz sesin sahibi radyocunun hangi şarkıyı çalacağının belirsizliğini severek büyümüş her genç gibi, dinletilen her şeyi sessizlikle ve gizli bir merakla karşılayan ve kabullenen anne ve çocukların, frekansı değiştirme otoritesini bir güç gösterisi gibi gören babanın parmak uçlarındaki küçük hareketlenmelere öfkelenmeyi öğrenmiş, iki duygunun arasında, kararsızlıkla kalakalıp, büyümüş gitmiştik. Ama fark ediyorum da, otorite de, hayal kırıklığı da, şimdiki her şey gibi, artık daha fazla parmak uçlarımızın kontrolünde, bunu düşünebiliyor musun?”
Kar, dışarıda ağır ağır yağar ve şehre ait bütün günahların üstünü örterken, tanrının zembereğinin içine bir kılcal toz zerreciği gibi takılıp, bütün kış evlerinin içindeki zamanı da yavaşlatır. Dayım, kurulduğu kaloriferin üstünde, pencereye hafifçe yaslanmışken, bir Sırp bilimadamının, yüz yıl önce topraktan elektriği, parmak uçlarıyla bir düğmeyi tıklayarak evine taşımayı başardığındaki heyecanın, bir margarin reklamında, sırf Batılı bir ürünü tükettiği için belki, anlamsızca sırıtan ev hanımının dişlerinin sayısı kadar vurulmuş öğrencinin Cebeci yokuşunda saçılmış bağırsaklarına saldıran köpeklerin açık açık gösterildiği televizyonu bir parmak ucu tıklayışıyla açıverişinin dehşeti, ona göre tek bir nedende birleşiyordu. O nedeni, insanlık tarihinin merkezine, gizlice yerleşmiş parmak uçlarımızın inanılmaz yaratıcılığını keşfettiği anı, anlatmaya koyuldu: “Parmak uçlarının büyüsünü ilk keşfeden adamla, Ulus’ taki Opera binasının holünde, biletlerin pahalılığını protesto ettiğimiz bir eylemde, dışarıda donmayalım diye acıyarak bizi içeri alan müdür sayesinde tanışmıştım, “Bence de pahalı çocuklar” demişti fısıldayarak göbekli müdür”. Soğuk ve uzun, kemikli elleriyle omzumu tutup, bir babanın öğüt verişi gibi değil, ama bir arkadaş gibi de değil, ikisinin ortasında bir duruş ve ses tonuyla, önce müdürün aksak ayağından ve şefkatli tavrından, sonra parmak uçlarının kaşifi, keçi sakallı adamdan hayranlıkla bahsetti: Uzun duvarlarda boylu boyunca asılı aylık oyunların afişlerinde değil, holün bitişindeki küçük bir duvar kirişinin köşesine asılmış,  Maliye okulu öğrencilerinin çoktan tarihi geçmiş bir tiyatro oyununun yırtık afişindeymiş parmak uçlarının büyük kaşifi, kendini resmeden bir ressamış üstelik. Dayım, bir insanın görebileceği bütün panoramik görüntüyü parmak uçlarının arasındaki cam küreye sığdırabildiğinde, ressamın bir kürenin kusursuz yüzeyine, kitaplığını, gelişigüzel odanın içine serpilmiş koltuklarını, çıplak ampulünü, odanın pürüzlü tavanını eğip büzüştürürek, sığdırdığına şaşırmış; kürenin yüzeyindeki odanın duvarlarına yalnızca ressamın kendi yaptığı resimleri asışındaki ukalalığa ise kızmış; ama bütün bu dahiyane anlık gösteriden hemen sonra, bir kürenin içine sığdığında ve minicik olduğunda oda, bir eliyle o küreyi tutarken, diğer elini sol dizine asilce bırakışına ve alnındaki emin, dingin duruşa hayran kalmıştı: asıl o sessiz olan el, bütün bu anlık büyüyü yapıp, kenara çekilmiş bir sihirli elmiş, o yüzden küreyi tutan elden daha büyük bir kahramanmış. Güya, ressamın kararlı duruşu, içindeki dehşet yaratıcı bir başka adamın saklanması için kurulmuş bir tezgahmış, zaten bütün resim de, ressamın içindeki kişinin bir metonimisiymiş* aslında. “Senin karnın açtır” dedi, evine gelen misafire, tok olsa bile bir şeyler yedirmeyi kafasına koymuş her ev sahibi gibi. “Peki” dedim, dayıma değil, holdeki o garip boşluğa seslenerek -o karaltıyla konuşurken, içeride birisinin varlığını unuturum hep- “ o ressamın adı neydi?”. Bulanık bir ses yankılandı, buzdolabının sarı, soğuk ışığından yansıyan: “Kaşar”.

 “O keçi sakallı adamın bütün bir gece zihnimde uyandırdığı tek bir düşünce vardı o zamanlar: Dünya, büyük bir marifet, evet, ama sadece ellerle kabaca yapılmış bir toprak parçası gibi değil, tanrının zekasıyla parmak uçlarında şekillenmiş bir sanat eseridir de, hayat da öyle.” dedi, elinde ekmek ve bir kaç zeytinle holden gelirken. O halde, dedim kendime, kaşar diye anladığım kelime, eğer önüme serilen zeytin adacıkları birer ispatsa, fonetiği kafamda karışmış dokuz yaşındaki masum bir yanlış anlamaydı. Ressamın adı, kafamda, “Kaşar gibi bir şey” kaldı sonrasında ve ağzından tükürükler saçarak heyecanlı konuşurken de, utanıp, onun şairane telaşını kesemedim: “Bu yüzden dünya nimeti dediğimiz şeylerin hepsi, zekanın tenimizden dışarı fışkırdığı küçük ve soyut bir okyanusudur, parmak uçlarımız. O adam da, her resmine, bu yüzden ardında durulmuş bir okyanus bırakır gibi şıpınişi bir  MCE diye, kutucukların içine saklanmış harflerden, bir imza bırakırdı, bu imza parmaklarının adıydı aslında”.
Bugün, on beş yıl sonra, filmlerin, bir anda gençlikten, kahramanın yaşlı hallerine dönüverdiğimiz siyah bir anlık geçişi gibi, dayımın numarasını, parmak uçlarımın, bu sefer yıkıcı gücüyle, telefon defterinin ilk sayfasından, hüzünle sildim. Yine aynı filmlerde alışık olduğumuz, bir hayatın bitişini gösteren takvim yapraklarının hızlı hızlı kopup, düşüşü gibi, elli dokuz yılla beraber, dayımın köydeki haylaz çocukluğunu, saçının ön tarafındaki, haytalığın bir simgesi gibi iki samanyoluvari kıvrılışı -sadece çocuklukta olur bu-, devrim yıllarının uzun favorilerini, kırkikindi yağmurları sırasında terk eden eski  öğretmen sevgilisi kızın kederini, uzun uykusuzluklar çeken gözlerini, bakışlarını, “artık değişti dünya baba” ile başlayan baba-oğul kavgalarından sonra bütün bir aileyle oturulup, sessizce barışılan akşam yemeklerinin huzurunu, ardında bıraktığı onlarca defterin mimarı dayımın adını belirsizleştirdim telefon defterinden; silginin parçacıklarıysa, hızlıca koşuşturan küçük karıncalar gibi  kayıp, düştü halıya. Dünya, diyorum, tanrının bize kurduğu bir devrik cümleyse, hayat, nihayetinde gerçekleşecek, bir anlam kaymasıdır, bizim bunu bilmeden yol alışımızdaki belirsizlikse, bizi ayakta tutan en büyük sihirli güç.
*metonimi (sinema): sahnelerin içinde yer alan objelerin, karakterin ruh haliyle özdeşleşmesi. örn: parçalanmış bir aynanın karşısındaki bir adam, çok kişilikli ve paranoyak bir ruh halini tasvir eder.

1 yorum:

  1. gerçekten çok edebi. yazmaya kesinlikle devam etmelisin.

    YanıtlaSil