Bir 8 Mart Yazısı

İpek İlkkaracan  Ajas

Bundan 2 yıl kadar önceydi. Henüz yeni beş yaşına girmiş olan kızımla ilk kez Miyazaki’nin animasyon filmleriyle tanışmıştık. “Komşum Totoro” isimli, hem çocuklar hem büyükler için bir sinema şöleni olan bu fantastik filmi izlemeyi bitirdiğimizde, “adam çok güzel film yapmış ama, değil mi?” diye sordum Şade’ye. Soruyu sormamla, yaptığım cinsiyetçi varsayımı yakalamam bir oldu. Yönetmen hakkında bildiklerim soyadının Miyazaki, milliyetinin ise Japon olduğundan ibaretti; bir “adam” olduğunu ise varsaymıştım. Cinsiyet rollerinin getirdiği kısıtlamalardan özgür yetiştirme konusunda iddialı olduğum kızıma çaktırmadan toparlamaya çalıştım hatamı. “Yani tabi bu Miyazaki isimli Japon yönetmen adam mı, kadın mı, ondan da emin değilim ama ilk isminden anlarız şimdi” diyerek DVD kutusunu yüzüme doğru yaklaştırdım. Kızım umursamaz bir tonda “hata yaptığını sanmıyorum anne, kesin bir adamdır” dedi.
Yetişkinlere özgü tam ve net cümlelerle kendini ifade etmesine yeni yeni alıştığım, bebeklikten çocukluğa geçiş dönemini henüz tamamlamış olan kızımın yüzüne hayretle baktım; “Neden o kadar eminsin?” diye sordum. “E, genelde yönetmen ya da başkan gibi kimseler hep erkek oluyorlar” dedi omuz silkerek.  Şade’nin iyice uykusunun geldiği ince birer çizgiye dönmeye başlamış olan gözlerinden belliydi. Miyazaki’nin çizgi filmindeki küçük kız kahramana benziyor bu haliyle diye düşündüm. Ben de çoktan yatmaya hazırdım, ancak beş yaşındaki kızımın önyargılara dönüşmeye meyilli olduğunu düşündüğüm bu gözleminden canım sıkılmış, uykum kaçmış; konuyu ertesi güne havale edemeyeceğim. “Aslında bu tam olarak doğru değil, kadın yönetmenler ya da başkanlar da var. Tabii sen de haklısın, zira çoğunluk olarak erkekler bu mesleklerde. Ancak bu, kadınların bu işleri yapamayacağı anlamına gelmiyor…” Bir yandan televizyonu kapatıp DVD’yi yerine yerleştirirken, bu minvalde bir şeyler sıralıyor, ve bu yaştaki çocuklarla bu konu en iyi nasıl konuşulur diye  düşünüyordum. Dönüp baktım, Şade divanda çoktan uyuyakalmış.
Bu olaydan birkaç ay sonra, 4. Levent’te bir kebapçıdayız, ailecek. Gözüm ilerideki masada bir adamla birlikte oturan siyah güneş gözlüklü kadına takılıyor. Hava bulutlu, güneş yok, hatta yağmur yağacak gibi ancak kadının siyah gözlüklerini çıkarmaya niyeti yok. Bir yerlerden tanıdık geliyor siması; gözlükleri çıkarsa tanıyacağım belki de. Bir süre sonra kadının Tansu Çiller olduğunun farkına varıyorum. Hemen yanımda oturan Şade’ye eğilerek heyecanla; “Şade’cim bak” diyorum, “şu karşı masada oturan siyah gözlüklü kadın var ya, işte o Türkiye’nin eski Başbakanı”; sesimde bir zafer edası. Kızımın bir süre önce paylaştığı “başkan, yönetmen gibi kimseler hep erkek oluyor” düşüncesini revize etmesi için mükemmel bir fırsat diye düşünüyorum. O sırada Çiller de bizden yana bakıyor. Hızla başımı önüme çeviriyorum, zira gururla kızıma tanıştırmak istediğim bir Başbakan değil, sadece kadın Başbakan olması nedeniyle küçük kızımdaki muhtemel önyargıları dönüştürebilecek bir işlevselliğe sahip.
Üstünden uzun zaman geçen bu olayı, yakın zamanda üniversitedeki 8 Mart etkinliklerini  tartıştığım iki çalışma arkadaşıma aktarırken buldum kendimi. Üniversite içinde 8 Mart hazırlıkları yapan bir kaç örgütlü kadın grubu var; sendikalılar, feminist öğrenci kulübü, Fakülte’deki 8 Mart etkinliklerini her yıl düzenli olarak organize eden çalışan ve öğrencilerden karışık enformel bir grup, ve üniversite bünyesinde daha yeni kurulmuş olan Kadın Çalışmaları Merkezi. Ben hepsi ile bir şekilde ilişkiliyim; sendikanın üyesi, öğrenci kulübünün danışman hocası, Merkez’in yönetim kurulu üyesiyim; Fakülte’deki 8 Mart etkinliklerine konuşmacı ya da izleyici olarak katılıyorum. Yeni kurulan Merkez’in yönetim kurulu toplantısında, ”8 Mart’ta üniversite içinde bir kutlama ile açıldığımızı duyuralım” diye önerilince, 8 Mart etkinlikleri planladıklarını bildiğim diğer üç grupla koordinasyonlu bir şekilde yapılmasının daha doğru olacağını söylemiştim. Bunun üzerine Merkez’in çağırısı ile dört grubu bir araya getiren bir toplantı yaptık. Değişik grupların düzenleyeceği 8 Mart etkinlikleri birbirinden bağımsız da olsa, üniversite çapındaki örgütlenmenin yaygınlığını ve çeşitliliğini göstermek adına tek bir poster ve çağrı metni ile duyurulmaları konusunda bir öneri gelişti; ancak gruplar arasında bu konuda bir anlaşma sağlanamadı. Merkez’in kısmen “elitist” bir yaklaşım içerisinde olabileceği; bir takım politik yaklaşımlarda, duruşlarda ciddi ayrışmalar olabileceği ile ilgili diğer grupların endişeleri vardı. Aynı Fakülte’nin mensubu olmaktan gururlandığım, düşüncelerine, aktivist emeklerine saygı duyduğum iki çalışma arkadaşım kadınla, bu ayrışmaların ne dereceye kadar belirleyici olduğu ya da olması gerektiği üzerine tartışıyoruz.
Yeni kurulan Merkez’in temel çalışma alanı ‘bilim, mühendislik, teknoloji ve sanatta kadınlar.” 8 Mart kutlamasında bu alanlarda ön plana çıkmış, başarılar elde etmiş, bizim üniversiteden birkaç başarılı kadına ödül verilmesi planlanıyor. Ancak bu ödüle layık görülen kadınlar, toplumsal cinsiyet konusunda farkındalık sahibi değillerse, ve “kadın olmak engel teşkil etmez, benim için etmedi, çalışan kazanır” şeklinde bir görüşü savunuyorlarsa, Merkez’in vereceği ödül, kendi kuruluş amacı ile çelişir mi? Bir yandan bu endişeyi anlıyorum; feminist harekette, toplumsal cinsiyet eşitliğinin, sayıların eşitliğine indirgenmiş biçimsel bir eşitlik olarak değil; içerikli ve bütünlüklü bir eşitlik olarak tanımlanması artık ağırlık kazanmış durumda. Hedef, erkek egemen dünyada başarı sahibi olmak adına erkek değerlerini ve kurallarını içselleştirmiş kadınların sağladığı sayısal bir eşitlikten ziyade, kadınlarla birlikte ev içine, özel alana hapsedilen, marjinalleştirilen öncelikleri ve değerleri de içerecek şekilde toplumsal dönüşümleri sağlamak. Rekabetten ziyade dayanışma ve yardımlaşmayı, güçlünün sorgusuz hükümranlığı yerine herkesin söz hakkına sahip olduğu demokratik katılımcılığı, piyasanın hegemonyası yerine piyasa dışı emeğin, kar ve verimlilik dışındaki değerlerin de görünür kılındığı alternatifleri içeren dönüşümler…
Öte yandan bilim, mühendislik, teknoloji ve sanat gibi erkek egemen alanlarda ön plana çıkan kadınların olmasını gene de önemsiyorum. Çiller’in, her ne kadar Başbakanlık koltuğundayken hemen hiçbir icraatından haz almadıysam, ve yönetimi boyunca kadınlara yarayacak tek bir şey yapmamış olduğunu bilsem de, Türkiye’nin ilk ve tek, Dünya’nın ise sayılı kadın Başkanlarından biri olmasını önemsediğim gibi. Zira tek tük birkaç kadınla  başlayan süreç, diğer kadınların önünü açıyor. “Kadın oranı en az üçte bire ulaştığında kritik eşik aşılıyor” kuralı pek çok kez teyit edilmiş. Meclis, parlamento, yönetim kurulu, bir işyeri veya bir sınıf gibi ortamlarda, kadın oranı en az üçte bir’e gelene kadar, var olabilme mücadelesindeki kadınlar erkeklerin belirlediği kurallara göre oynamaya mecbur. Cinsiyet oranı ancak bu kritik eşiği aştıktan sonra, kadınlar gündemi, işleyiş kurallarını, geçerli olan değerleri, “erkek egemen”den kadınların da önceliklerini de içerecek şekilde evrime uğrama şansına sahip oluyor.. Yani önce tek tük rol modelleri ile kadınların önündeki yol açılıyor; sonra sayılar arttıkça cinsiyet oranında kritik eşiğe ulaşılıyor; bir kez kritik eşik aşılınca da, içerikli bir dönüşüm şansı ortaya çıkıyor. Örneğin ev içi ve ev dışı sorumlulukları uyumlaştırma adına esnek, kayan çalışma saatlerini ve kısmen evden çalışmayı tercih eden kadınların çoğunlukta olduğu bir işyerinde kurallar, kaçta geldin kaçta çıktın, iş yemekleri ve sosyalleşmeler üzerinden kimlerle dirsek temasını güçlendirdin gibi, erkeklere özgü kriterler üzerinden değil, ne ürettin, ne kadar ürettin üzerinden değerlendirilmeye doğru dönüşüyor.
Şimdi bize gelince, asıl soru, bu ayrışmalara rağmen, üniversitede örgütlü değişik gruplar olarak ortak paydalarda bir araya gelerek, toplumsal cinsiyet eşitliğine doğru dayanışmayı sağlayabilecek miyiz? Yoksa yıllardan beri Türkiye’deki kadın hareketi içinde yaşadığım ayrışmaları, üniversitedeki kadın örgütlenmeleri olarak küçük ölçekte tekrarlamak tuzağına yenik mi düşeceğiz? Umarım düşmeyiz, zira örgütlü bir dayanışma içinde, bu üniversitenin ayrımcılıklardan ve baskın hiyerarşilerden arınmasına, daha eşitlikçi, katılımcı ve demokratik değerlere doğru evrimleşen bir yer olmasına hep birlikte  katkıda bulunabiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder