Günahların Bekçisi

Nilüfer Çifçi     

  Birçok şehrin lojmanlarına, pazaryerlerine, kırlarına yayıldı çocukluğum. Birçoğunun da kapısını araladım. Kimi dağ yamacında, kimi ırmak ağzında, kimi de bir ovanın göğsünde sessizce yazgısına boyun eğen ama her birinin kendine has sedası olduğuna inandığım istasyonlardı. Bazılarını çok sevdim, içim içime sığmadı “işte burada yüzlerce yıl yaşanır” diye ünlemek geldi. Çarşılarında kapı önlerine attıkları sehpaların etrafına sıralanmış minicik hasır taburelere sığışıp tavla oynayan, zar tuttukları için birbirine takılan esnaflarıyla tanışmak istedim. Çocuk olasım geldi. Çember çevirip bayramlarda koca bir torbayla tüm mahalleyi dolaşmak şeker mendil çorap toplamak istedim. Bazılarında da gözümü ufuk çizgisine dikip beni kurtaracak treni bekleyip durdum.
Arada bir de İstanbul’un sokaklarına yabancılaştığım zaman ya da sedasını duymakta güçlük çektiğimde başka bir şehirde 3-5 gün vakit geçirmek bana iyi gelirdi. Başka şehirlerin hikâyelerini dinler, hovardalık yapar böylece özlerdim İstanbul’u. Yine kulaklarım uğul-damaya başlamıştı ki, bir ahbabın düğünü vesile oldu. Kalktım Tar-sus’a gittim. Ayrıca severim bu kenti. Yıllar önce bir bayram tatili için Adana’ya geldiğimde uğramış, kadim zamanlardan beri nice kavmin uğrak noktası olmuş bu istasyonda yüzlerce yıl yaşamak hatta mümkün olsa karşı perona geçip 2-3 bin yıl öncesine gitmek istemiştim. Maalesef yaşam trenin-de makinist sadece ileriye götürü-yor. Makasçısı ve makas değiştirme istasyonu da bulunmuyor.
Tarsus’ta haziran öyle kavu-rucuydu ki sıcak üzerime üzerime yürüyordu. Azıcık ferahlamak adına kendimi duşun altına attığımda bile terliyordum. Yarın gideceğimi düşünerek, ya da İstanbul karayelinde bir uçurtma olmayı düşleyerek rahatlatmaya çalıştım kendimi. Azime Ablanın L salonunda camekânla ayrılmış perdeli bölmesinde uzanıp uyumaya çalışıyordum. Kollarımı uçurtma gibi açmıştım. Belki bir anda rüzgâr solar da ben de uykuya düşerim diyordum. Ne mümkün! Uykusuzluktan başım uğuldamasına rağmen uyuyama-dım. Kalkıp yüzümü yıkadım. Bergamot kokulu sıcak bir çayın serinliğine sığındım gecenin ikisinde.  Zihnimi iyice yorarsam belki uykusuzluğum baygınlığa dönüşür de bedenim biraz olsun dinlenir diyerek yeğenin filmlerine göz atmaya başladım. Film seyrederken uyuyakalarak uy-kusuzluğumu kandıracaktım. “Günahların Bekçisi” adlı bir filmi seçtim. Film Ortaçağ’dan 21. yüzyıla taşınan bir gerilimdi. Aslında gerilim olduğunu sezer sezmez vazgeçmeliydim, ama çok geçti film beni sarmaya başlamıştı. Aforoz edilenlerin vücuduna ekmek ve tuz parçaları konularak, günah yiyici tarafından yenildiğin-de, günahlardan arınma sağlan-dığına inanılan bir ortaçağ ritüeliyle ilgiliydi film. Ölümsüzlük karşı-lığında günahları yüklenme. Tüm sırlara vakıf olmanın acı azabı.
Ama zihnimi yorma konu-sunda işe yaradığını söyleyebilirim. Çünkü filmin sonlarına doğru sızıp kalmışım. Bu azıcık kestirmenin kâbusa döneceğini bilseydim, sabaha kadar yarasa gibi dolanmayı tercih ederdim. Rüyamda günah yiyiciyle, esrarlı kulelerde kaynayan büyü kazanlarının renkli duman-larıyla boğuşuyordum. Bir ara gözlerimi araladığımda sokağın karşısındaki beyaz badanalı apartman, sokak lambasının parlattığı ablak yüzü, dokuz açık penceresi, rüzgârda hafiften göz-lerini kırpıştıran perdeleriyle gulyabani gibi göründü bana. Bir yandan cüce kılıklı cinler sıkıntılarını camlarından boca edip kayboluyorlar, öte yandan gul-yabaninin gözleri çoğalıyordu. Apartman onlarca gözden müstakil bir göze dönüşmüştü ki, avazımın çıktığı kadar bağırarak uyandım.
Tabii sonrasında sabaha kadar gözlerimi kırpmadığımı söylememe bile gerek yok. Saat 6 gibi dayanamadım kalktım. Sabahın serinliği az sonra yine kavurucu nefese dönüşecekti. Sıcağa yaka-lanmadan birkaç parça eşyamı sırt çantasına yerleştirip evdekilere kahvaltı hazırlamaya koyuldum. Gecenin bir vakti avaz avaz bağırarak uykularından ettiğim için suçluluk duyuyordum biraz. Kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrıldım evden.
Adana Tarsus minibüsleri garajdan kalkıyordu. Fakat hemen ayrılmadan önce tarihi Tarsus evlerinin olduğu sokaklarda gezinmek istedim. Sokak boyunca iki katlı, alt katları -sanırım ambar ya da işlik olarak tasarlandığından- sağır olsa da, üst katlarındaki alınlıklı pencereleri sokağa uzanmış evlerin arasında dolan-dım. O evler eski kavimlerin usta zanaatçılarının biz ahir zaman çocuklarına bıraktıkları miraslardı. Sıcağı bıçak gibi kesen taş binalar şimdilerde mağaza ya da kafeye çevrilmişti. Kafamı uzatıp birinin içerisine şöyle bir göz gezdirdiğimde kafeyi çalıştıran çocuklardan birisi “kime bakmış-tınız” diye sordu. Taş ustası Efrahim’e, kuyumcu Moiz’e ya da bakırcı Ali Usta’ya diyemedim tabiî ki. “Eski bir tanıdığa” dedim geçtim. Çocuk inat etti. “Belki gelir abla, bir çay iç” dedi. İnatlaşmasını sevdim. “Gelmezler ama sen yine de bir kuşburnu ver” dedim.
Çayı içtikten sonra bir meydana çıktım. Epi topu iki üç sokaktan oluşan taş evlerin bitimi, meydanı arkanıza alırsanız da başlangıç noktasıydı. Sağda solda rasgele turunç ağacı, akasya ve bir iki de çınar. Bir de renkli şalvarları, yanık buğday tenleriyle güneyli kadınlar, savanla kapladıkları ağaç gölgelerini kimi el işleriyle, kimi de zeytin, kuru üzüm, lavanta paketleriyle doldurmuştu. Atı tarafından kim bilir ne zaman terk edilmiş bir araba meşin tekerlekleri üzerinde zorla ayakta kalırken, çember çeviren çocukların haykırışları göçmen kuşlar misali belirip kayboldu. Hepsi her şey bana o kadar aşina geliyordu ki başka yaşamlarımda onlarla yaşadığım, hikâyelerinin bir parçası olduğum hissine kapıldım. Güneyde bana hep oluyor zaten. İnsanlar tanıdık, her ayrıntıyla daha önceden tanışmışlık duygusu, buraya ait olma hissiyle beni sarmalıyor. Şu arabayı birileri bir zamanlar motiflerle bezeyip boyamış ya; hatta o ben olabi-lirmişim gibi geliyor.
Kadınlar meydanını ardımda bırakıp Aziz Paul kuyusuna da uğramaya karar verdim. Sıcak kavurucu olmakla beraber evin içi kadar boğucu değildi. Ya da 4. günün sonunda ben de alışıyor-dum sanırım.
Belki St. Paul Yılı diye biraz çalışma olmuştur diye umuyordum ama nerdee? Tek yenilik Kuyunun içinde bulunduğu bahçeyi çitle çevirmeleri, Vatikan tarafından Aziz St. Paul yılı ilan edildiği için de girenden çıkandan para alınmasıydı. Defalarca gelip dolaşmama rağmen her ziyaret farklı bir ziyarettir dedim. Madem günden güne gözlerimiz artıyor, duyargalarımız gelişiyor yenilenmiş bir biz oluyoruz, o halde yeni gözlerle her ziyaret yeni keşiflere gebe olabilir. Bunları düşünerek daldım bahçeye, kuyunun başına geçtim. Üzerindeki yuvarlak değirmen taşına rağmen kare nizamında kazıldığını fark ettim. Kuyunun üstünde ki lalettayin çardağın gölgesine sığınıp kuşların sesini dinledim. Bahçenin içindeki taş patikadan yürüyüp kırılıp ufalmış sütun parçalarının başl-arına dokundum bir bir. Sonra çıkmak istediğim halde neden çıkamadığımın ayırtına vardım. Akşam ki filmi düşünüyordum aslında düşünmediğimi sanarak. Günah yiyicilik, ölümsüzlük, başkalarının günahını taşıma. Bunlar henüz aralarında bir köprü kuramadığım kafamda dolaşan hayalet kavramlardı.
Bunun farkına vardıktan sonra gezimi noktalayıp, Adana’ya geçmeye karar verdim. Mini-büslerin garaja girmediğini, yolun karşı tarafına geçmemi söylediler. Beyaz renkli sorgucunda Mersin-Adana yazanlara el kaldırmam gerekiyordu. Sızlanarak yola indim, işlerin artık uzamasını istemi-yordum. Bir an önce İstanbul’a gitmek, yüzümü İstanbul rüzgâr-larında yıkamak istiyordum.
Yola inince, tam köşede küçük bir kulübe gördüm. Ahşap kepenkleri çiviyle iki taraftan tutturulmuş açık pencereden ıslak bir iş önlüğü sarkıtılmıştı. Dokto-run, bademciklerine bakmak için spatulayla zorla açtığı yaşlı bir adamın ağzına benziyordu pencere ve gerisindekiler. Paslı dil eksik dişler. İçerdeki adam acısı varmış gibi iki büklümdü. Garajın güvenlikçisidir diye tahmin ettim. Yanlış yönde yanlış arabaya binmemek için garajdaki çocuğun tarifini teyit ettirmek istedim. “Adana minibüsleri karşıdan geçiyor değil mi” diye.  Sonrası? Sonrasında ne mi oldu. Adam kıvrık paçalarının altında çöp gibi ince bileklerinin birer uzantısı gibi görünen ayaklarındaki naylon terlikleri sürükleyerek kulübenin kapısından dışarı çıkıp yanıma geldi. “He abla karşıdan. Bütün minibüsçüleri tanırım ben. Bir el eder bindiririm seni, meraklanma. Dur sana bir çay doldurayım da serinle” diye söze başladı. Hoppala dedim. Tanımadığım birinin böyle teklifsizliği biraz tedirgin etti. “Yok ben karşıya geçeyim, kaçırırım minibüsü sonra” dedim. Ama adam çoktan bir bardak çayı elime tutuşturmuştu. Hangi arada derede doldurdun o çayı. Canım sıkıldı. Arabada çabuk gelse bari diye iç geçirirken adamın yüzüne baktım. Zayıflıktan avurtları çökmüş, iki büklüm olmuş. Kuzgun siyahı saçları tozdan ağarmış. Kancalı burnunun altında pala bıyıkları üç günlük sakalına karışmış. Ne istiyor diye düşündüm. Adamın bir derdi vardı. Başlamak için sadece cesaretini toplamaya çalışıyordu. Sonunda başladı anlatmaya. Ko-puk cümleler, ağlamanın sınırında kendini zor tutmalar. Adamın kâbus gördüğünü sandım ama gördüm ki anlatmalar sağaltıyor O’nu, korkudan irileşmiş göz-bebekleri kendi sesini duydukça küçülüyor. Ses etmedim.
“Abla karım 10 gün önce ameliyat oldu. İyi midir? Hali nicedir bilemiyorum. Şu bir hafta var ya bir asır gibi çöktü üstüme, iliğimi kemiğimi kuruttu. Abla 10 çocuğum var. Ellerinden öper, biri Sivas’ da biri de Diyarbakır’da tıpta okuyor. Büyük beşinci öbürü üçüncü senesinde biri de bu yıl Van’da öğretmen mektebini kazandı. Arkadan gelenleri de lisede ilkokulda okuyor. En küçüğü Zeynel daha 4 yaşında ana kuzusu. Analarına bir şey olursa diye ödüm kopuyor. Ben 10 senedir burada çocuklardan uzak sürgün hayatı yaşıyorum. Benim hayatım olmadı bari onlar bu sefaleti miras almasın. Güzel işleri olsun, sabah neşeyle kalksınlar diyorum. Yanlış mıyım abla? İnsan ister elbet çoluk çocuğu abat olsun, mutlu olsun. Bana her gün zulüm. Ama Allahın gücüne gitmesin buna da şükür. Bir de anaları düzeleydi. Elimden de bir şey gelmiyor. Abla hayatım yanlış yazılmış, yanlış hayatlar da doğrulmuyor işte. Allahım kalan ömrümden ver analarına, fukara benden gün görmedi bari oğullarıyla bahtı gülsün” Adamın asla durmaya niyeti yoktu, sonsuza kadar konuşacak sandım. Artık yolun karşısına geçmekten vazgeçmiştim. Anladım ki sadece sıkıntılarını anlatmak istiyor, sadece anlatarak birazcık olsun rahatlamak. O anlatırken sıkın-tılarının içime doğru hücum ettiğini, ben de çöreklenmeye başladığını hissettim. “Neden gidemiyorsun ailen burada değil mi?” diye sözünü kesip sordum.
“Abla Van’dalar. Toprağımız var biraz, sonra babamlar da başlarında çocukların. Buraya getirsem avrat ben on da çocuk. Acımızdan ölürüz, değil ki okutmak. Burada sahip çıkamam onlara. Aha gördüğün bu çukurda yaşıyorum, çocukların nafakası üç kuruş daha artsın diye, sigarayı bile bırakıp tütüne döndüm ilki tıp mektebini kazandığında.” Sonra koca adam tekrar ağlamaya başladı. Ağıtları Kürtçeye dönmüştü. Adam anlattıkça hafifliyor, tuhaf bir şekilde sırtının eğrisi düze-lirken, sıkıntısı benim omuzlarıma çöküyordu.“Kötü düşünmeyin” dedim. “Bak ne güzel doktor olacaklar. İyi yanından bak hele onlar bitirsin kardeşlerinin ellerin-den tutarlar. Yükün hafifler.” Gözleri parıldadı, biraz gülümser gibi oldu. Ama annesi ölmüş çocukların uçurtma gördüğünde duydukları sevinç kadar kısa sürdü sevinci. Ağlamaklı ses tonuyla tekrar anlatmaya başladı.
“Abla ben kötü bir adam değilim. Burada çocukların nafa-kasının derdindeyim. Bak aramaya bile korkuyorum. Sabah ağam aradı bugün iyicene dedi emme. Bilmiyom çok mu intizar ettik Allaha, gücüne mi gitti. Bilmiyom. Senin de başını ağrıttım kusura kalma. Kimseye anlatamazsın kimse dinlemek bile istemez adamı gurbette. Abla bir çay daha istermin?” “Yok sağ ol geç oldu.” Evet gerçekten de geçti. Adam bütün sıkıntılarını bir çuval unu aktarırcasına bana yüklemişti. Hiç bilmediğim o adamdım artık, rahim ve idrar yollarından ameliyat olmuş karım ve geleceklerini sağlamakla yükümlü olduğum on çocuğum vardı. Bu kulübede yaşamak zorundaydım ve karımın yanına gidemiyordum. Minibüse kendimi zor attım. Sadece ağladım yol boyu, çocuklarımı düşündüm, senede bir zor gidebildiğim köyümü. Adam anlattı savurdu acısını, dert yükü benim sırtıma bindi. Tek tesellim oğlanlar doktor olacak kardeşlerin elinden tutacak. Tek tesellim bu…. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder