Akşamüstü

Aslı Umut İbikli

Köprüyü geçip Tarlabaşı Bulvarı’na gelince trafik sıkışıyor. Rampayı karıncalarla aynı hızda tırmanıyoruz neredeyse. Bir an önce işe gitmek istiyorum, hatta geç de kalacağım kesin ama taksinin içinde oturmaktan başka yapacak bir şey yok. Fakat başka bir zaman İstanbul trafiğine lanet okutacak olan bu durum, Haliç’ten yavaş yavaş batan güneşin eşsiz manzarasını seyretme imkânı sağladığı için hiç de rahatsız etmeyen bir hâle dönüşüyor benim için. Kırmızılı-turunculu güneş o kadar kocaman, o kadar kocaman  ve o kadar yakın ki, sanki yanımdaki boşlukta oturmakta. 10 dakikada bir 1 metre ilerlediğimize göre taksiciye “1 dakika, hemen geliyorum.” diyebilir, adamın “Deli mi ne?” diyecek olan muhtemel şaşkın bakışlarına aldır-mayarak karşı şeride geçip iki kare günbatımı fotoğrafı çekebilir ve geri dönüp tekrar arka koltuktaki yerimi alabilirim. Neyse… Bu deliliği biraz erteleyip normal insanlar gibi davranayım şimdilik… Nasıl olsa daha çok olur bu manzaradan.
Aradan yaklaşık 20 gün geçti. İstanbul’da günbatımının en güzel izlendiği yer olduğunu düşündüğüm Şişhane’ye gideceğim bugün, erte-lediğim fotoğrafları çekmeye. Saatlere bakıyorum, 16.35’ten önce orada olmam gerek. Üç buçuk gibi çıkıyorum işten. Okulun arka tarafındaki sokaklardan gideyim diyorum, ana caddeden inip kalabalığa takılmayayım. Arka sokaktan inerken, ilk ara sokağın sonunda Ümit’i görüyorum, daha doğrusu emin değilim, arkası dönük çünkü, ama sanırım o. Caddeye doğru gidiyor, fakat seslenmiyorum, malum, hedefime geç kalmayayım. Beşiktaş’ta en az on tane Kabataş otobüsünden sonra nihayet Taksim otobüsü geliyor. En arkada cam kenarına oturuyorum. İnönü Stadı’ nın önünden geçerken stadın önünde yürüyen tanıdık birini görüyorum pencereden. O da tam o anda otobüse baktığından el sallıyoruz birbirimize, gülerek. Demek yanıl-mamışım, demin gördüğüm Ümit’miş. İyi de nereye gidiyor böyle diye düşünürken, tabii diyorum, Makina Fakültesi’nde dersi var. Ona sorsam “Spor bu.” der büyük ihtimalle ama ben olsam Valideçeşme’de evden çıkıp Gümüşsuyu’na yürümezdim. Belki tuttuğu takımın stadının önünden geçmek, ders öncesi iyi geliyordur, neden olmasın? Kendisine söylesem bunu, ne kadar kızar.
Meydanda indiğimde acele ediyorum, doğrudan İstiklal Caddesi’ne dalıp, 24 saat boyunca bir aşağı bir yukarı yürüyen diğer insanlar gibi ben de hızlı hızlı  ilerliyorum. Güneşin gözümü alan ışığı insanları parlak siluetler halinde gösteriyor. Turistlere yönelik tanıtım kitapçıklarında ya da herhangi bir kültür-sanat programının jeneriğinde kullanılan bir fotoğraf gibi. Bu caddeye gelmeyeli sanki mesafeler daha da uzamış mı ne? Keşke biraz daha erken çıksaydım. Git git bitmiyor yol. Sonunda Odakule’ye varıyorum. Işıklardan karşıya geçiyorum; manzara tam karşımda. Tam zamanında geldim, iyi. Makinemi kılıfından çıkarıyorum ki… Bir dakika, o da ne!? Birden bir bulut beliriveriyor ve bir kaç saniyede güneşi kaplıyor. Gitsin diye bekliyorum, bekliyorum ama gitmiyor ve güneş bulutun arkasından batıyor. Şaşkın şaşkın bakıyorum birkaç saniye boyunca. Tüh be, diyorum, tamam, öyle olsun! Nasıl olsa daha çok olur bu manzaradan. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder