Cennet Bacı

Didem Çınar 
Yavaşça yaklaşıyorum ve sarılıyorum arkasından. İrkilip dönüyor hemen. Hiç bir şey söylemiyor, beni evin içine doğru çekerken. Kapının hemen ardında, eskiden misafir odası olarak kullanılan odaya giriyoruz. Sarılıyor ve ağlamaya başlıyor. İlk sorusu: “Baban nasıl?”
Kendimi bildim bileli 94 yaşında. Doğum tarihi, seferberlik. Adı, Cennet. Küçük aklım için ahiret, cennet, cehennem sarmalından beni çekip çıkartan Cennet Bacı.


- Kıyamet koptuğunda ölürsek ne olacak babaanne?
- Ben senin elinden tutacağım, beraber cennete gideceğiz.
“Çok mantıklı, onun adı Cennet olduğuna göre ve benim babaannem olduğuna göre… Oh be! Peki, düdük üflendiğinde ya herkes ölür de ben ölmezsem?…”
- Babaanne!
- He gurbanım?
- Kıyamet koptuğunda herkes ölür de ben ölmezsem ne olacak?
- Olmaz öyle şey.
- Ama ya olursa?
- Olmaz, ben elinden tutarım, beraber gideriz cennete.
- Tamam o zaman.
Babaannemin elinde büyüdüm. Annem çalışırken o bakardı bize. Çekirdek-geniş aile ayrımında geniş aile olmamızın nedeniydi. Memnun muydum? Çok. “Onu mu daha çok seviyorsun bunu mu?” sorularıyla beynimi öyle sıyırmıştım ki, ortaokula kadar (belki daha da uzun bir süre) tuttuğum, sıralamada yer alanlar dışında herkes için -özellikle 30 yaş ve üzeri erkek ve kadınlar için- merak konusu olan listemde babaannem bir numaraydı. Yumuşak yanağından ve gün boyu bizimle olmasından başka bir sıralama ölçütüm yoktu.
Annem iki kız çocuk doğurduktan sonra, ben dünyaya gelmişim. Babaannem ve sonradan “Babaannenizden etkilendim de ağladım.” diyen babam başlamışlar ağlaşmaya. Sebep; üçüncü kez erkek olmadı. Çalışan bir kadındı annem; evde, işte, köyde çoğu kadının yaptığı gibi her an her yerde çalışırdı. Bize babaannem bakardı, o nedenle de üç çocuğun gözdesiydi. Annemin işyeri ve ev işlerinden arta kalan zamanları bize bir şeyler yedirmek için peşimizden koşarak geçerdi. O yüzden babaannem daha eğlenceliydi. Pijamalarımızı giyerken kafamızdan çıkmakta zorlanan örgü kazaklarımızı uzun saç yapıp “Cennet Baaacı, Cennet Baaacı” diye kafamızı sağa sola sallayarak yanına gittiğimiz Cennet Bacımızdı. Düğün değil bayram değilken elimize kına yakıp çorapla bağlayan, sağa sola kına bulaştırınca söylene söylene silen insandı.
Annem ve babam dedemin vefatından hemen sonra evlenmişler. Evlenir evlenmez de babaannemle beraber yaşamışlar. Babaannemin köyden kopuşu da bizimle beraber yaşamaya başlamasıyla olmuş. Köydeki en hatırı sayılır kadın olma özelliğinden gelen baskın karakterini ve otoritesini bizim evde de yaşattı uzun süre. Babaannemle annemin arasındaki ilişki ortalama gelin kaynana algısının üzerinde olsa da bu anlaşmanın asıl kahramanı sanırım annemdi. Babaannemi yaşlılık ve ölüm düşüncesi sardıkça, düştü annemin üzerine. Evi diye benimsediği yerin özlemini duyar oldu.
Zamanının çoğunu pencerenin kenarında koşturan insanları, oynayan çocukları, açan, dökülen, uçuşan yaprakları izleyerek geçirirdi. İzlerken bir yandan da kelimelerini seçemediğim bir uzun hava söylerdi. Ben bu yanık uzun havaları atı üzerinde savaşırken hançerlenip ölen dedem için söylüyor diye düşünürdüm. Dedemin akciğer kanserinden ölmüş olduğunu ve hiçbir zaman bir at üzerinde savaşmadığını öğrenince hayal gücümün enginliği karşısında gurur duysam da, biraz hayal kırıklığına uğramadım değil.
Beyaz tülbendinin altında duruyor yüzündeki gölge. Saklıyor, utanıyor, “İyiyim adam, iyiyim işte.” Yüzündeki gölge olmasa ölmeye niyeti yok yüz yıllık çınarın. Çay içtiğimiz bardakları alıp mutfağa bırakıyorum, tam mutfaktan çıkacakken yıkamadan öylece bıraktığım bardaklara bakıp iç geçiriyor:
- Hiç mi güzel anana çekmedin!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder