Aşağı Yukarı

Umut Gündüz
Perşembe öğle saatleri. “Bu insanların işi gücü yok mu, ne arıyorlar otobüste” diye bezgin bezgin düşünüyorum. Ben tez görüşmesine gidiyorum. Bir nevi iş. Kuzguncuk’tan geçiyoruz. Deniz kenarında sıra sıra apartmanlar, hepsinin alt katları dükkan. Bir aralıkta ağaçlarla birlikte deniz görülebiliyor. Buraya apartman dikmek için bir yol bulamamışlar herhalde. İşte bu boşluktaki ağaçların dibinde, ayakta denize bakarak mısır yiyen iki orta yaşlı kadın gördüm. “Ne konuşuyorlar acaba” diye düşündüm. Kuzguncuk sırtlarına uzanan evlerde oturan iki “ev hanımı” olsalar; sahilde bulamayacaklarından mısırları evde kaynatmış, kağıt havlulara sarıp getirmiş olsalar; ordan burdan laflasalar; mısırları bitirdikten sonra biraz dertleşseler evlerine dönmek istemez gibi…

***
Perşembe geceye doğru. İnceden yağmur çiseliyor. Beşiktaş’ta, meydan desen değil, Barbaros Caddesi’nden denize doğru inerken sağda bir boşlukta 3-5 tane bank var ya, işte ordan geçerken boğuk bir öksürük sesi duyuyorum. Dönüp bakıyorum, iki kadın. Orta yaşın belki biraz üzerinde, hafif kilolu, durgun kadınlar. Yanlarında bavulları, üzerlerine kartonlardan çatı yaparak uyumaya çalışıyorlar. Kadınların bir süredir orda yaşadıklarının farkındaydım ama havaların soğumasına rağmen gitmemişler. “Oha!” diyorum içimden, “yok mu lan belediye, kadın örgütü falan” Bu nasıl iş. Hemen uzaklaşamıyorum oradan. Gidip soramıyorum da “Kalacak yeriniz yok mu?” falan diye. Çünkü “yok yavrum” deseler, evimde misafir edebilecek kadar “şey” değilim. Ne değilim?
***
Cuma akşamüstü. Gidip sordum. “Teyze” dedim “sizin kalacak yeriniz yok mu? Size sahip çıkan yok mu? Kış geliyor.” Biraz konuştuk. Öksürükleri ve dökülmüş dişleri aramıza girse de anlaşabildik. Elindeki kâğıtları gösterdi. 95. sayfasına gelmiş yazdığı “dilekçe”nin. Sonra dedi ki: “Evladım, sen ne hakla insanların özel hayatlarına böyle karışabiliyorsun.” Karışmak istemedim falan desem de nafile, anlaşamadık. Bir taraftan kararlılığına sevindim, bir taraftan utandım. Kendisi, çözülmeyi bekleyen toplumsal bir sorun olarak ortada duruyor. Ama kimsenin onu zorla, kapalı bir yere koymasını da istemem, kendisi de istemiyor. Bu yanıyla türbana benziyor. Fakat kış geliyor.
***
Cuma gecesi. Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler” filmini izledim. Övünmek gibi olmasın ama bir oturuşta, hiç mola vermeden izledim. Filmi beğendim. Bir sahnede kahraman otel odasındaki komodinin çekmecesini çıkarıyor, yatağının üzerine koyuyor. Sonra kürek kemikleri çekmecenin bir kenarına, başı çekmecenin içine gelecek şekilde tavana bakarak uzanıyor. Öğreniyoruz ki soğukta kalınca sırtında ve boynunda bir ağrı oluyormuş. Sabah uyandığında, iki kişilik yatakta filmin kahramanıyla çekmeceyi yan yana görüyoruz. “Aha!” dedim, beynini çekmecenin içine koyuyor, gecesi gündüzü çekmece... Bizim gibi dedim. (Metafora gel.) Sonra “abartma” dedim, “o kadar da değil”. Ama benzerlik var. Bir sıkıntı, bir ağrı var. Bir yıldır, sergilemeye çalıştığımız bir tavır, bir duruş; anlatmaya çalıştığımız bir dert var. Çekmece de var. Daha ne olsun?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder