Sen, Çocuk

Bilal Gecü


Koşarak yanıma gelmiştin hayalindeki renklerle. Başkaları bilemez bunu, tek sen bilirsin çocuk! Ve daha marangoza adımımızı attığımızda, havadaki  ahşap kokusu ile birlikte, içindeki güzel uyanışların bir kısmının üstü örtülmüştü bile. Bunu da ben bilirim...
Uçurtma yapmak için ne lazım dediğimizde, “çıtalar”, denmişti, “çıtalar!”. “Marangozdan bulabilirsiniz”. Gittiğimiz yarım bodrum bir dükkandı ve tüm marangozlar gibi eşikten üç basamak aşağıya inmek gerekirdi. Elimizde değişik boylarda ince çıtalarla atölyeden çıktığımızda şaşkındık, onlarla ne yapacağımızı bilemez halde yolun ortasında birbirimize sokulmuş çaresiz bekleşiyorduk. Ne yapacaktık şimdi? Benim babam mesela uçurtma yapmayı bilmezdi, annem de öyle. Okuldaki çocuklara da soramazdım, bilmediğim anlaşılsın istemezdim. Sana gelince, senin bunları soracağın kimsen de yoktu. Bana baktın dikkatlice, sanki benim her şeyi başarabilecek biri olduğuma inanmıştın. Uçurtmayı birlikte çattığımızı hayal ettin, kuyruğunu özenle hazırlayıp eklemişiz peşine sonra onu rüzgara nazlı nazlı salınmaya bırakmışız. Başımız gökyüzünde delice bir koşu tutturmuşuz, sen ve ben. Anlattın bana bunları. Anladım seni, çocuk!

Babamın Polonya Pazarı’ndan bulup getirdiği alet takımlarını yanıma aldım ve arka bahçeye kuruldum. Nihayet bir işe yarayacaklardı; çantanın tozunu elimle güzelce temizledim. Sen de yanımdaydın ama yalnızca seyrediyordun beni. Üç tane çıtayı aldım önce boylarını eşitleyip testereyle kestim, orta noktalarını işaretledim ve ince bir çiviyi büyükçe bir çekiçle çakmaya çalıştım. Elim yaralandı ve şişti önce, sonraki denemelerde ise çıtaların biri kırıldı. Bu işin kolay bir yolu yok muydu bir yerlerde hazır bulamaz mıydık diye sordun. Uçurtma yapma fikrimiz; gerçeğe tutunmaya çalıştıkça silikleşen bütün renkli hayallerde olduğu gibiydi. Hayallerdeyken güzeldi her şey, sanki erişilmez derecede muhteşemdi. Bakıyordum da keyifsizdin, o kadar da istemiyordun artık uğraşmak; eve gidip bir şeyler yemek seni şimdi daha çok heyecanlandırıyor gibiydi. Buna karşılık, kırtasiyeden renkli defter kapları alınması gerektiğini ikimiz de biliyorduk. Heyecanlı olan ve ilk adımı atan sendin, peşinden gelen ise ben. Yalnız gidemezdin.
Biraz yapıştırıcı bant ve renkli kağıtlar alacaktık. Rüzgardaki hışırtıları dinleyecektik sonra. Bu yürüyüş yormuştu seni; oysa küçük adımlarımızla hesaplarsak evin ancak on beş dakika uzağındaydık. Yine de kırtasiyeye ulaşmak daha fazla çabayı gerektiriyordu. Çünkü unuttuğumuz bir şey vardı; günlerden Salı’ydı ve Salı günleri semt pazarının bu çevrede kurulması beklenen bir şeydi. Pazar sokağına girdiğimizde sanki herkes tanıdık gibiydi; gördüğüm bütün yüzlerin karşılığı hafızamın bir köşesinde tuhaf bir biçimde saklı duruyordu. Bu muhtemelen küçük bir çevrede bir arada yaşayan insanların birbirleriyle hiç tanışmadan yine de tanıdık havasında yan yana yürüyebilme acayipliği ile ilgili bir durumdu. Kaybolmayalım diye el ele tutuştuk ve gergin ip halatlardan sakınarak kendimize mavi muşamba kaplı tezgahların arasından yol bulmaya çalıştık. Bu pazarı biliyordum ben. Kimin daha çok sesi çıkıyorsa onun daha çok satış yapacağına inanılan bir yerdi burası. Nasıl utanıp sıkılmadan bu kadar bağırabildiklerine şaşıyordum. Ben de su satmayı denemiştim bir kez ama ne denemeydi! O kadar sokaklarda gezinmiştim de; boğazlarını yırtarcasına bağıran çocukların ne yapmaya çalıştıklarına bir türlü anlam verememiştim. Elimde bir şişe varsa su sattığımı anlarlar diye düşünüyordum. En lezzetli su da bendeydi biliyordum, en sağlıklısı, en zararsızı... Sıcağın etkisiyle iyice ısınmıştı belki içilecek bir tarafı da kalmamıştı ama yine de köşedeki bakkaldan satın alınan taptaze bir şişe suydu işte elimde tuttuğum! Annem çıkmıştı sonra karşıma tam da tüm umutsuzlukların ortasındayken. Bütün şişeyi kapmıştı elimden, cebime bir sürü bozuk para doldurmuştu...
 İşte o pazardaydım... Burası sanki tüm hayatımın özeti gibiydi. Zaten o zamanlar tüm yaşantım birkaç seneden ibaretti. Okuduğum okul, pazarın başladığı büyük sokağın hemen girişinde yükseliyordu, ışıl ışıldı gözümde. Okula vardıysak kırtasiyeyi bulmak çocuk oyuncağıydı bizim için. Sevindin ve bu oyunu oynamak istedin. Seke seke uzaklaştın yanımdan; bir yandan arkana bakıyordun-hiçbir yarışı kaybetmek istemezdin sen- ama benim koşmaya hiç niyetim yoktu... Tostçu Ergün Abi’nin büfesinin yanından sağa döndün. Seni kaybetmek korkusuyla adımlarımı biraz hızlandırdım ben de. Büfenin önünde yüzünde can sıkıcı bir ifadeyle dikilen Ergün Abi eylül ayının bir an önce gelmesi için can atıyordu sanki. Sucuklu tostuyla meşhur bu büfenin yaz geldiğinde bu kadar boş ve ıssız kalacağı doğrusu hiç aklıma gelmezdi. Çoğu zaman beslenme çantamız hiç açılmadan evin yolunu tutardı. Okul zamanı çantamızdaki o tatsız tuzsuz kahvaltılık şeyleri görmektense, buranın tostlarını yemeyi yeğlerdik. Genelde bir yolunu bulup en erken varanlardan olduğum için fazla sıra beklemek zorunda kalmazdım. Ergün abi ekmeğin içini özenle alırdı daha ben söylemeden ve içini bol salça ile doldururdu. Vakit dar olduğundan aceleyle yediğimiz tostumuz ile adeta çetin bir mücadeleye tutuşurduk; kıtır ekmek parçaları yanaklarımızı keserdi, siyah önlüğümüzün üstü ekmek kırıntıları ile bezenirdi. Ama biliyorum sen bunu kuşlar gelsin diye yapardın...
Seni, tam tahmin ettiğim gibi, kırtasiye dükkanın vitrininde sergilenen boyama kalemlerine bakarken yakaladım. Oradan; renkli kağıtlar, makas, defter kapları, yapıştırıcı bant ve biraz ip ile ayrıldık. Okulun karşısındaki parkta güneşin altında sımsıcak parlayan bankın üzerine oturduk birlikte. İkimiz de epey yorulmuştuk. Tüm ihtiyaçlarımızı hızlıca gözden geçirdik. Eksiğimiz yoktu ama uçurtma yapmayı ikimiz de bilmiyorduk. İşte orada gözüme baktın, sebepsiz bir sevinç kapladı yüzünün her yerini. “Büyüyünce nasıl uçurtma yapılacağını çocuklara öğretmeye söz verelim”, dedin. “Tamam”, dedim, “Söz!”. Elimi sımsıkı kavradın ve ekledin “Bir köşede sessizce su satmaya çalışan bir çocuk gördüğümüzde onu yalnız bırakmayalım”. Öptüm seni yanağından orada, öptüm artık bir yere kaçamazdın...
Eve döndüğümüzde bahçeye inip kafa kafaya vererek, ortaya, görenlerin rahatlıkla “bu olsa olsa bir uçurtmadır” diyebileceği bir şey çıkarttık. Karanlık çökmeden, babam eve dönmeden önce, elimde uçurtma ve kuyruğu ile üçüncü kattaki dairemize ulaştım.  Annem evin içinde kalabalık yapacağını söyleyerek uçurtmayı içeri almama engel olunca ben de onu geçici bir süre için kapının hemen yanındaki sobanın kenarına bıraktım. O gece bizim eve gelecektin gizlice. Birlikte nasıl bir iş başardığımızı kutlayacaktık. Fakat gelmedin. O gece ve sonraki geceler hep seni bekledim. Bir hafta boyunca yağmur yağdı, dışarı çıkmam yasaklandı. Ertesi hafta ve daha sonraki haftalar hep bir bahane ile uçurtma uçurma işini erteledim. Her geçen gün isteğim de azalmaktaydı. Zamanla  o renkli uçurtmanın üstünü bir karış toz kapladı, unutuldu gitti, apartmana giren yavru bir kedi kim bilir içindeki hangi sevgi dürtüsüyle uçurtmanın her yanını yara bere içinde bıraktı bir sabah ve sonunda uçurtma hiç uçamadan bina önündeki çöp yığının üzerinde buldu kendini...Bunlar olurken neden kılımız kıpırdamamıştı? Sen neredeydin ve o heyecanımız neredeydi sanki? Sen bari yapmasaydın, koşa koşa yanıma o ilk gelişini görmüştüm. O zamanlar böyle sık sık koşardın bana, beni bir şeylere sürüklerdin. Yaşama bağlardın. Sıkılıp kaçardın belki ama daha başka şeylerle dönerdin. Şimdi neredesin? Sen, içimdeki çocuk, nereye gittin?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder