Trende

Aslı Umut İbikli

Tren Haydarpaşa’dan hareket edince seviniyorum. İstanbul’dan ara sıra uzaklaşmak iyi geliyor. Her ne kadar bu uzaklaşmam gezi amacı taşımasa da ve günübirlik olsa da.
Kocaeli’ne “Stres Yönetimi” seminerine gidiyorum. Beni strese sokan şeylerle bana huzur veren şeyler neler biliyorum; seminer sonunda stresine hâkim, huzurlu bir insan olamayacağım da malum ama yine de merakla yoldayım. Yarısında kaldığım kitabımı yolda bitireceğim. Cam kenarındaki koltuğumda bir buçuk saatlik rahat bir yolculuk beni beklemekte. Bostancı’dan birçok kişi biniyor. Pendik ve sonrasında binenlerin ise oturma şansı hiç yok. 10.40 treni hep böyle kalabalık oluyor. Bir kısım yolcu Kocaeli’nde iniyor fakat arkamda bıraktığım daha çoğu Adapazarı tarafına devam ediyor. Her cumartesi sabahı bu kadar çok insan o tarafa gidip ne yapıyor merak ediyorum ama tahmin de yürütmüyorum; hiçbir fikrim yok.

Yanımda 8-10 yaşlarında bir çocuk oturmakta. Kitabımda bir sayfayı daha çevirmişken bir adam yanıma gelip “Çocuğu yanınıza alsanız da bayan otursa, ayakta kaldı” diyor, oturduğum yerden göremediğim bir kadını işaret edip. Ben adama boş boş bakarken öte taraftaki annesi çağırıyor oğlunu yanına: “Gel sen böyle”. Ben de daha yeni algılıyorum çocuğun annesinin ben sanıldığımı. Memnuniyetsizce giden çocuğun yerine gençten fakat uzun başörtüsü ve pardösüsü nedeniyle yaşından daha büyük gösterdiğini düşündüğüm bir kadın oturuyor. Vagonun içinde paket yapıldıkları hışırtılı kâğıtlarından çıkarılan taze simitlerin kokusu duyulduğunda tekrar kitabıma geri dönüyorum.
Fakat yerinde olan keyfim birkaç dakika sonra kaçacak.  Hay Allah! Nereden çıktı şimdi bu? Bir rahat yok. Ne su ne çay içebildim kahvaltıda. Tam da sırasıydı! Durumu biraz unutmaya çalışıp kitapta son okuduğum yeri tekrar okuyorum. Sonra tekrar ve tekrar… Yok, olmuyor, böbreklerim beni rahat bırakmamakta kararlı. Kitabı kapatıyorum, okuyamıyorum artık. Bir yudum sıvı almaya gelmiyor. Stres yönetimine giderken tam da stresin ortasında kaldım. Ne yapsam? Simit kokuları da o kadar yayılıyor ki vagon içinde, o kadar ağır ve yağlı bir koku olarak geliyor ki, midem bulanmaya başlıyor. Oturmakla olmayacak. Vagonların arasında belki aradığım yeri bulabilirim. Artık en kötü ihtimalle Gebze’de iner, oradan banliyöye binip geri dönerim. Evet, evet, gayet uygulanabilir bir plan.
Yerimden kalkıyorum. Gelecek durağa sanırım daha epey var, bu nedenle yanımdaki kadın ben kalkarken bana garip garip bakıyor, bu sıkışık trende, yaklaşılan bir durak da yokken neden şimdi kalkıp gidiyor ki dercesine. Yerim hemen kapılıyor ama umurumda değil. İnsanların arasından ilerleyerek vagonun kapısını açıyorum. Diğer vagona geçiş yerinde aradığım kapının olmadığını görüyorum. Ötekilerde de yok. Fatih Ekspresi değil ya, topu topu iki buçuk saatlik yolu olan tren tabii. Trenin bu ara kısımları bile dolu. Hiçbir durak adı söylenmiyor ama sanırım Gebze’ye yaklaşıyoruz. İlginçtir, böbreklerimin yaptığı baskı sanki biraz azalıyor. İyi ki kalkmışım, daha rahatım. Hatta tekrar kitabımı açıp okuyorum yaslandığım yerde. Zaten şurada Kocaeli’ne ne kaldı ki? Biraz sonra iki vagonu birbirine bağlayan yerden iri yapılı bir adam geliyor bana doğru. Kitaptan başımı kaldırıyorum, adamla göz göze geliyoruz. Bir saniyelik bir zaman diliminde nereye gidiyor bu adam diye düşünürken bana “Müsaade eder misiniz?”diyor. Neye müsaade edeceğimi bilemeden bilinçsizce yaslandığım yerden çekiliyorum. Bir kapıya yaslandığımı o an fark ediyorum. Adam kapıyı açıp içeri, tuvalete giriyor. ¢

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder