Çıkmaz Yol

Umut Gündüz

 “Sen hayatın en güzel renklerinden birisin” dedi. Bana dedi. Gözlerini birazcık kısıp dosdoğru yüzüme bakarak…  Hem de o dedi.
Önce cevap vermedim. Kızardım mı bilmiyorum ama sevindiğim her halimden belli olmuştur. Bu mutluluk, ayak bileklerimi karıncalandıran, karnımdan mideme oradan ağzıma doğru basınç yapan bu mutluluk olgunlukla karşılanacak gibi değil. Hemen “esas sensin o, hem de en güzelisin, hatta sen rengârenksin” diye bağırıp oynamaya başlamalıydım. Harmandalı ya da Ankara oyun havalarından bir tane. Ama durdum biraz, sakinleştim.
Ne de olsa bu aşamaya kolay gelmemiştik. Önce kantinde uzun uzun bakmıştım. Bir kısmı gerçek bakış, bir kısmı “acaba o da bana bakıyor mu?” bakışı. Evet, o da bakıyordu. Hem belki benden daha çok bile bakıyor olabilirdi. Sonra bir cesaretle ders notlarını istemiştim. Yadırgamadan vermişti. Birkaç gün bekleyip sinemaya davet ettim. Şaşırdı. Bir bahane uydurdu, dayısı mı gelmiş memleketten ne, gelmedi. Arkadaşlarım bunun doğru bir yol olmadığını, biraz samimiyet geliştirmem gerektiğini anlattı. Öyle hemen sinemaya gelmezmiş kızlar. Ertesi hafta tiyatroyu denemiştim. Benimle tiyatroya gelir misin? Hangi oyun? Fark etmez? Gülümsedi. “Peki gidelim ama yarın akşam.” Hemen soruşturmuştum, aşk tiyatrosu diye bir şey yokmuş. Olsa ne olacaktı ki, tiyatrodan bir şey anlamamıştım. Kendimi verememiştim. Vay bana bakıyor mu, vay elini tutsam mı derken, alkışlar başlamıştı. Zuhal ayağa kalkınca ben de kalkmıştım. Ayakta alkışlamıştık. Sonra çay içmeye sahillere gittik. Moda, Eminönü, Beşiktaş başta olmak üzere muhtelif yerlerde çay içtik. Haftada en az bir sinema, tiyatro, konser… Para dayanmıyordu tabii ama Zuhal’le bir etkinlik peşinde olmadığımız günlerde akşam yemeklerini evde yemeye başladım. Kahvaltıyı da ikigündebire düşürünce oldu. Zuhal’in ailesi çift maaş olduğundan böyle kısıntılar yapmasına gerek yok.  Opera, bale aşamasına gelememiştik henüz (onlar bir üst aşama) ama bunlar bile benim seviyemin üstündeydi. Bir oyundan ya da filmden çıktığımızda, araya bilmediğim isimleri de karıştırarak, öyle yorumlar yapıyordu ki gidip bir daha izleyesim geliyordu. Ben diğer zamanların aksine az konuşmaya özen gösteriyordum öyle zamanlarda. Üniversite üçüncü sınıftaydık. Benim de böyle yorumlar yapabilmem gerekiyordu. Arkadaşlara sordum nedir ne değildir diye. Bilen, anlayan yok. “Aslında okumak lazım diyor” hepsi.
İşte bunlardan sonra bir gün Moda’da kısa bir sessizlikte denize baktı da öyle söyledi. Hayatın en güzel renklerinden biriymişim.
“Peki hangisi” diye sordum. Anlamamış gibi yaparak ağırdan alıyorum. Hadi bakalım Zuhal Hanım.
“Hayatın renklerinden mi?” diye karşılık verdi. Şaşırdı galiba.
“Evet” dedim.
“Saçmalama o öyle bir şey değil, yani hayatı sıkıcı olmaktan çıkarıyorsun, renklendiriyorsun anlamında söylemiştim” dedi.
Daha çok sevindim. Israrla güzel şeyler söylüyordu. Tutamadım kendimi, “teşekkür ederim, sen de öylesin” dedim.
“Nasılım” dedi. Elbette onun da hakkıydı güzel sözler işitmek. “Sen” dedim, yüzüne baktım. Aksilik ya, düz siyah saçları durgun bir dere gibi başının iki yanından aşağı usulca akmış, gözleri, küçük gözleri, perçeminin koruduğu savunmasız gözleri bana dikilmişti. Çay bardağı havada kaldı, cevabı almadan içmeyecek belli. Heyecanlandım. İçimden iki aydır okuduğum şiirlerin en vurucu kısımları hızla geçti. Ama bunları bu aşamada söylememeliyim. Daha zamanı var. Arkadaşlarım böyle tembihledi. Ter bastı. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Bunların hepsi yarım saniye ya da bir saniye kadar sürdü sanırım. İçimdeki çağlayanı dindirip, “sen de hayatı renklendiriyordun” dedim.
İstediği cevap bu değildi. “Hepsi bu mu” der gibi baktı. Ben de ne yapacağımı bilemiyorum ki Zuhal, hemen bozulma öyle. Dozunu ayarlamaya çalışıyorum sadece. Üstelik bozulmana da gerek yok yani. Aynı iltifatlara sahibiz şu an. İlk sen söyledin diye ben daha iyi durumda olmuyorum. Desem ya böyle her şeyi açık açık. Bak ikimiz de desem, boş değiliz, yani birbirimize karşı. Ama işte dengeli olmalı başlangıçlar. Öyle hemen atlamamalı erkekler. Yoksa olmaz. Neden olmaz? Söylesem kesin mahveder beni. Aksini iddia eder, beş-on dakika geçmeden onun savunduğuna inanıp, onun görüşünü destekleyen örnekler vermeye başlarım. “Mesela bizim bi arkadaş vardı, tutmuş durum böyleyken böyle diye konuşmuş, şiir bile okumuş…” Evet böyle olur ama fark etmez şu an. Zuhal’in morali bozuldu. Şirinlik yapsam olmaz. Zaten ben de ağır bir sarsıntı geçirmiş durumdayım. İltifat, alışmamış bünyede sıkıntı yaratıyor.
“Sinemaya mı gitsek” diye sordum birden. “Sonra da içki içeriz.”
“Bu akşam olmaz, yarın gidelim” dedi. “Olur” dedim. Ne de olsa bir gün var, çabuk geçer diye düşündüm.
Yarın kesin tutuyorum elinden. Hem de film başlar başlamaz. Ne de olsa rengim. ¢

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder