Avrupalı İki Sürgün

Kaya Tokmakçıoğlu

Her yaşam biriciktir, kendine özgüdür. Kalemi kağıdın üzerine koyarsınız ve yazmaya başlarsınız, elinizi kaldırmadan. Silgi kullanamazsınız, çünkü tükenmez ve hatta dolma kalemle yazıyorsunuzdur. Biricikliğinize imza atarsınız böylece. Yaşamöyküleri de böyle değil midir? Üçüncü sayfa gazete haberlerini açtığınızda, size kahveye gelen bir dostunuz tanımadığınız birinden bahsederken, bir ansiklopedi maddesinde Cilalı Taş Devri insanlarının ya da  Mısırlılar’ın gündelik yaşamlarını okurken hep aynı tepkiyi vermez misiniz? Yaşamın olağanüstülüğünü anımsarsınız ve belki de onun ölüme yazgılı olduğunu düşünerek iç geçirirsiniz. Nedir sizce o zaman yaşamı anlamlı kılan? Para, sevgi, dostluk, haz ..? Geride bıraktıklarımız dediğinizi duyar gibiyim. Bu kimi zaman binlerce öğrenciye anadillerini yazıp okumayı öğretmekken, kimi zaman yapılan elmalı bir kurabiye olabilir. Bazen sizi sevenlerdir geride bıraktıklarınız, bazen de onlarca eser. Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ı 19. yüzyılın büyük yazarı Honoré de Balzac hakkında yazmaya iten de Balzac’ın geride bıraktığı “yaşam” olsa gerekir.




Zweig, yaşamı boyunca kazananlardan çok kaybedenler hakkında yazmayı tercih etmiştir. Bu yüzden benzersiz bir yaşamöyküsü yazarı olması boşuna değildir. Nietzsche, Hölderlin, Kleist, Magellan, Erasmus, Amerigo Vespucci, Fouché, Casanova, Marie Antoinette, Mary Stuart, Romain Rolland, Dickens, Stendhal, Tolstoy, Montaigne gibi kişilikler bir anlamda kaybederlerken aynı zamanda uygarlık tarihi açısından büyük birer kazançtırlar. Bütün bu isimler açısından Balzac’ın önemi Zweig’ın yakın dostu Romain Rolland’a yazdığı mektuplarda gizlidir: “Belki de ilkgençlik dönemlerimden beri beni meşgul eden büyük bir eser yazmayı denerim… Ama geriye kalıcı bir eser bırakmak istiyorum, on yıllarca etkisini yitirmeyecek bir eser; siz nasıl Beethoven’cıysanız, ben de bir Balzac’çıyım. Otuz yıldır Balzac okuyorum, hayranlığımdan hiçbir şey kaybetmeden tekrar okuyorum.”

Şimdi öyle bir yazar düşünün ki günde on sekiz (rakamla 18) saat nerdeyse hiçbir şey yemeden, sadece sert kahve içerek yazı masasının başında çalışsın. Aynı yazar aşırı çalışmasından ötürü sevgilisiyle sadece mektuplaşıp kendi ölümünden üç ay önce onunla evlenebilsin. Bunun dışında 100’den fazla roman yazıp yaşadığı dönemde büyük bir okur kitlesi edindiği hâlde Fransız Akademisi’ne kabul edilmemiş, gündelik yaşamında inanılmaz şekilde müsrifken romanlarında para hesaplarını kuruşu kuruşuna yapmış, annesinden önce ölmüşken yaşamı boyunca anne özlemiyle yaşamış ve Fransız Devrimi sonrası, aristokrasinin değerlerinin geri çekilmesiyle birlikte garip bir aristokrasi saplantısına kapılmış ve soylu bir aileden gelmemekle birlikte isminin ortasına soyluluk unvanı olarak “de” ekini koymuş olan bir yazar düşünün. Yaşamın biricikliğini ve olağanüstülüğünü yansıtan bir deha olarak Honoré de Balzac’ın, Zweig’ın kaleminin ucuna gelmesi bu bağlamda şaşırtıcı olmasa gerek.

Balzac gerçek yaşam hakkında çok az bilgi sahibidir. Tutku ve hayal zenginliğinin dengesini bir türlü bulamaz. Yaşamı yazı yazması dışında neredeyse yok gibidir. “Benim sefih var oluşum çalışmamda saklıdır!” der. Zweig’a göre Balzac “Sadece kovalandığında, üzerine saldırıldığında, her yandan sıkıştırıldığında, tıpkı kovalanan bir geyiğin kendini nehre bırakması gibi kendini işine adar. Ancak yaşamda nasıl yol alınabileceğini bilemediğinde kendini bulur”. Yazmaya üç farklı durumda ara verir: Sürekli içtiği kahvenin verdiği rahatsızlıklar (bir istatistikçi yazarın yaşamı boyunca 50.000 fincan kahve tükettiğini hesaplamıştır; nitekim ölümüne aşırı dozda kahve neden olacaktır), para kazanabileceğine inandığı bir ticari girişim veya zengin bir kadın. Balzac'ın yarattığı karakterler (dönemin Paris nüfus müdürlüğünden daha fazla kayıt yaptığı söylenir) tıpkı onun gibi dünyayı fethetmeye çalışırlar. Büyük bir inatla mücadelelerini sürdürürler, ama çoğu yaşam karşısında tutunamayıp parçalanır. Yaşam karşısındaki bu mücadelesi Oscar Wilde’ı şunları söylemeye itmiştir: “Balzac hayatı yarattı, onu kopyalamadı”

İntiharı ile birlikte Balzac hakkında yazacaklarının dörtte üçünü bitirebilmiş Stefan Zweig’ın yaşamının özellikle son dönemi Balzac’ınki ile kimi koşutluklar gösterir. Müsrif bir yaşam süren Balzac alacaklıları tarafından sıkıştırılırken, Zweig Salzburg’daki evini terkettiği 1933’ten beri Naziler’in nefesini ensesinde hissetmektedir. Balzac hakkında 30 yıl boyunca belge toplayan, tehlikeyi göze alarak Hitler döneminde Londra’dan iki haftalığına yeni bilgiler edinmek için Paris’e geçen ve sonunda arşivini ve yazılarını Avrupa’da bırakıp Brezilya’ya kaçmak zorunda bırakılan Zweig derin bir karamsarlık içindedir. Balzac icra memurları ile boğuşurken her şeyi geride bırakıp Brezilya’ya yerleşmek ve hatta bir keresinde intihar etmek bile istemiştir. Buna karşılık her seferinde yazı yazma gücü baskın çıkmıştır. Halbuki karamsarlık Zweig’ın peşini bırakmaz ve Zweig 23 Şubat 1942’de ikinci eşiyle birlikte ölümü seçer. Ölümünden bir gün önce ilk eşine şu satırları yazmıştır: “…öylesine tedirginlik içindeyim ki, derli toplu düşünemez oldum artık. Sonra da o elde kalan tek şeyimiz, bu savaşın yıllarca süreceği, olağanüstü durumumuzdan kurtulup da yine yurdumuza yerleşebilmemiz için yılların ve yılların geçmesi hakikati, boğuyor insanı. (...) Başlıca eserim Balzac’ı, iki yıl daha rahat bir yaşayış ve bütün kitaplarım olmadan asla bitiremeyeceğimi düşünmek, pek çetin geliyor”

Belki de yaşam edebiyata üstün gelir ve Balzac son satırlarıyla sadece yazamayacağını duyururken, Zweig intiharıyla artık yaşayamayacağını haykırır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder