Sevgili okurum, ben burada mıyım acaba?

Kaya Tokmakçıoğlu

 Kelimeler dostlarım, bazı anlamlara gelmiyor. Kafamın cam kırıklarıyla dolu olduğunu bile bile, Akaretler Yokuşu’ndan yukarı yürüyorum. Soğuk bir kış akşamı, tarihlerden bilmem ne Kasım 2009 ve günlerden Cuma. Albayımı gecekonduda bırakmış olmanın verdiği huzursuzluk içimde. Gel gör ki sizler varsınız. Hâlbuki ben bundan yıllar önce (sahiden yıllar önce miydi) insanlığın öldüğünü iddia etmiştim. Ne değişti ki dersiniz? Arkamdan esen rüzgâr paltomun yakasını dikleştirmemi öğütlüyor. Kafamda gene aynı şapka, hani şu sizin beni Sirkeci’de, ellerim paltomun cebinde gördüğünüz fotoğraftaki şapka. Yokuşun sonunda sağda bir tabelanın üzerinde İşletme Fakültesi yazıyor. Sahi benim zamanımda elektrik mühendisi yetiştirilirdi bu binada. Elektrik yüksek mühendisleri de Gümüşsuyu’nda okurlardı galiba. Giriş kapısında iki kızcağız bilet kesiyor. Koçanların üzerinde Tehlikeli Oyunlar yazıyor. Binaya adımımı atmaya çalışıyorum.
Kapıdaki görevli uyarıyor.
- Buyurun hoş geldiniz. Biletinizi alabilir miyim?
- Biletim yok ancak ben bu romanın yazarıyım.
- Bu bir roman değil beyefendi, bir oyun. Dolayısıyla biletiniz olmadan maalesef sizi içeri almam mümkün değil.
Bu saçma ve anlamsız sohbet bende gerçeklik duygusunu tekrar uyandırıyor. Hani diyordum ya “Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür ve birimi insandır” diye. Sonra düşündüm ki albayıma yıllar boyunca oyunlar üzerine vaaz vermişim. Bu da o oyunlardan biri aslında. Kimseye zararı olmayan, isteyenin seyredebileceği, isteyenin oturanların nasırlarına basarak çıkıp gidebileceği veya yanındaki kızı sıkıştırabileceği ama benim olan bir oyun. Yıllar önce Hüsamettin albayıma sormuştum oyunumu izlemek isteyip istemediğini. Zayıf tarafını bildiğim için oyunu bedava izleyebilmişti. Çünkü gerçek değildi. Bana da aynı sorunun sorulmasını istiyorum, ben de gerçek değilim çünkü.
- Beyefendi, siz oyuna mı geldiniz?
- Evet, izlemek istiyorum. Dedim ya romanın yazarı benim.
- Çok özür dilerim, bir yanlış anlama olmuş. Buyurun lütfen.
- Teşekkür ederim. Çok naziksiniz.
Alt kata yönlendiriyorlar beni. Karanlık bir odaya giriyorum. Sahne olarak kullanılacak yerde iki salıncak var. Başım ağrıyor, nefesim daralıyor. Olric’i çağırıyorum. Hayır, hayır özür dilerim. O başka bir romandaydı. Olsun gene de gel sen Olric, beni yalnız bırakma. Hem sana daha anlatacaklarım var. Artık ne olacaksa olsun istiyorum. Albayım size daha önce de söylemiştim; bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim ben. Olmadı, olmayınca olmuyor gençler, hocalarım. Özür dilerim; albayım diyecektim. Işıklar kararıyor. Sahneye genç bir delikanlı çıkıyor seyircilerin arasından. Saçları uzunca, sakalları da var üstelik.
“Neden alçak sesle konuşuyorlar? Yatakta, bütün sesler insana boğuk gelir. Hayır, alçak sesle konuşmuyorlar; sesleri uzaktan geldiği için öyle sanıyorum. Allah kahretsin! Bütün söylediklerini anlıyorum. Duymak istemiyorum homurtularınızı işte! Bir kelimeni bile duymak istemiyorum Naciye Teyze!”
“Dur oğlum Erdem, kendine gel” diyesim geliyor. Neden paralıyorsun ki kendini öyle? Alt tarafı bir oyun bu, değil mi kuzum? “Yoruldum albayım, yoruldum, yoruldum, yoruldum…” Düşüncelerim canımı acıtmıyor, beni biraz sersemletiyor o kadar. Bundan yıllar önce (sahiden yıllar önce miydi) “Bat dünya, bat!” diyordum. Şimdi buna gerek yok. İnsanları tanıyamıyorum bile. Tüm insanlık beni kullanıyormuş gibime geliyor. Oysa sebebini biliyorum. Emellerimi saklamayı bildiğim gibi, ıstıraplarımı da saklamayı bilebilseydim bu sorunların hiçbirini yaşamayacaktım.
“Ülkemiz. Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır.”
Ah, Erdem’ciğim bu bölümün senin tarafından oynanmış olmasını o kadar çok isterdim ki. Bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir, sen benden daha iyi bilirsin belki de. Belki de bana diyeceksin ki: “Başka şeyler konuşulmaz oysa.” E, sen de haklısın be Erdem’ciğim.
“Ülkemizde tarım ürünleri yetişir, kuru üzüm ve incir yetişir. Önce ıslak yemişler yetişir. Onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. İngiltere’ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Biz, o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeye çalışırız. Son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanısıra, köylü de göndermeye başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler.  Binzorluklarlayetiştir-diğimizdeğerler göndeririz; dışülke-lerdeçalışanyabancılaristatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeoradanmektup gönderirler.”
Senin “senkimsegibideğil-sinciliğine” muhtacım Erdem, gençler, hocalarım. “İyi romanların okuyucusu olmaktansa, kötü romanların kahramanı olmayı istiyorum.” N’olur beni yalnız bırakın, sizi aramaktan bıktım, usandım.
Salıncaklar sallanmaya devam ediyor sahnenin ortasında. Kendimi salonun dışına atıyorum. Filmlerde insanın sigara yakası gelir ya, öyle bir ruh halim var şu an. Zaman geçiyor. Kalabalık, merdivenlerden yukarı çıkıp fakültenin dışına yöneliyor. Bir çiftin konuşması kulağıma çalınıyor.
- Bana kalırsa oyun biraz karışıktı. Bazı yerini anlamadım.
- Canım, sonunda çocuk ölüyor işte.
- Aptal, o kadarını biz de anladık.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder