Sardunya

Didem Çınar

Yolculuğun bitmesine daha çok var. Buraya kadar her şey çok güzeldi… Yollar, şehirler, insanlar… Nereden çıktı bu arkadaşı ziyaret etme fikri? Aile sohbetleri, kasılıp kalan yüzler, toparlanamayan cümleler, kendini anlatma, karşındakini anlama telaşı… Olacak iş miydi şimdi bu?
Havaalanında Salvatore’nin bizi almasını bekliyoruz. Salvatore Sardunyalı, başka bir ifadeyle de içimdeki sıkıntının başkahramanı. İtalya’nın batısındaki bu küçük olmayan adayı bize Salvatore gezdirecekmiş. Ve Salvatore gelir, yanında kuzeniyle…Kuzeni, sonraki iki gün boyunca karşılaştığımız ve tanıştığımız diğer Sardunyalılar gibi, İngilizce bilmiyor. Biz de tek kelime İtalyanca bilmiyoruz ve Salvatore sonraki iki gün boyunca yapacağı işe başlıyor, çevirmenlik. 
Kendimi İtalya’ya transfer olmuş bir futbolcu gibi hissediyorum. Cümlelerimi bitirdiğimde İtalyancalarını Salvatore’den duyuyorum. Gerçi şöyle bir katkısı yok değil; dilini bilmediğiniz bir grubun içindeyseniz ve kasılıp kalmışsanız cümlelerinizin anlaşılması ve söylenmesi iki kat zaman alıyor, böylece yüzünüzdeki gülümsemeyi daimi tutup, az konuşarak günü kotarabiliyorsunuz. Ama bu katkıya gerek kalmadı. Çünkü Salvatore ve ailesi, hatta sülalesi, size ve kendilerine yetecek kadar çok ve güzel konuşuyorlar. Bitmek tükenmek bilmeyen bir gülümseme ve içtenlik yayıyorlar.
Akdeniz insanının sıcakkanlı oluşu herkes tarafından bilinen ve genelleştirilen bir yargı olmuştur. Bu klişeleşmiş yargıya değinmezsem, aşırı nazik olan Salvatore’nin sülalesine haksızlık yapmış olurum. Yaşadıkları yer Sorgono adında bir kasaba. Herkesin birbirini tanıyıp selam verdiği, evlere girenin çıkanın haddi hesabının olmadığı bir yer. Bir akşam yemediğinde sülalenin önemli bir kısmıyla tanışabiliyorsunuz. Evde özel bir yemek odası var. Akşam yemeklerinin ailenin bir araya geldiği bir zaman dilimi olduğunu yemek odasındaki uzun masadan anlayabiliyorsunuz. Mutfağın altında şarapların ve domuz etlerinin tutulduğu mahzenleri var. Mahzenlerindeki domuzlar görsel olarak ilgi çekmese de domuz eti sevmeyen benim için bile tadı gerçekten çok güzel. Şaraplar da Salvatore’nin babası tarafından yetiştirilen üzümlerden kendisi tarafından yapılıp satılıyor. Annesi de bir bakım evinde engelli insanlara hizmet veriyor. Akşam sohbetinde başlayan “oğlun olduğunda babanın ismini vermelisin” tartışması “Salvatore’nin lakabı bu muydu yoksa şu muydu” ile devam ederken, kendinizi İtalyanca konuşulan ve incir çekirdeğini doldurmayan bir konuda ağız dolusu yapılan bir tartışmanın içinde buluyorsunuz. Bir süre sonra nezaketen yüzünüzde oluşan gülümseme yerini kahkahalara bırakıyor. Kendi halinize mi yoksa tartışanların haline mi gülüyorsunuz bilinmez ama şen bir kahkaha olduğu muhakkak. Yarım saat süren tartışma bir cümleyle özetlenip kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Adadaki son günümüzde, Salvatore’nin büyükannesini ziyarete gittik. Doksan yaşındaki büyükanne bizi görünce biraz durakladı, sonra da boynumuza sarıldı ve elimizden tutup dans etmeye başladı. Salvatore dans konusunda bizi daha önce uyarmıştı ama bu kadar çabuk beklemiyorduk. Büyükanne siyahlar içinde karşıladı bizi. Bu içi içine sığmayan tonton teyze, kocası öldüğünden beri siyah giyiniyor, kocası ölen diğer Sardunyalı kadınlar gibi… Kadın-erkek, ebeveyn-çocuk ilişkilerinin tanıdık bir hali var. Erkek eve ekmek getirir, kadın evin sorumluluğunu üstelenir, erkek çocuklar okur ve para kazanır, kız çocuklar okur ama para kazanmasa da olur. Elbette bu kadar kolay özetlenememeli toplumsal bir durum, ama “Biz Asyalıyız, siz Avrupalı” ayrımının sapacağı bir geziydi bizim için Sardunya.
Salvatore’yle ve ailesiyle yaptığımız konuşmalardan Sardunya ile ilgili çok şey öğrendik. Sardunyalıların kendi dilleri var, Sardunca. Ancak herkes İtalyanca konuşuyor ve yeni nesil Sardunca’yı bilmeden büyüyor. Salvatore, Sardunca’yı anlıyor ama konuşamıyor. Aile içinde de İtalyanca konuşuluyor. Televizyon, radyo vs. yayınları ve eğitim dili İtalyanca. Dillerini kaybetmenin eşiğinde oldukları için, hatta bir nesil sonra Sardunca diye bir dilin varolmayacağını bildikleri için rahatsızlar. Ama yapabilecekleri hiçbir şeyin olmadığını düşünecek kadar da koyvermişler. Başka bir deyişle sadece söylemlerinde bir rahatsızlık var.
Sardunya’nın kendi bayrağı ve başkenti var. Kendilerini İtalyalı olarak tanımlıyorlar. Bayraklarını gördüğümde biraz garipsedim, çünkü üzerinde dört zencinin resmi var. “Yerli halk beyaz, peki bayraktaki bu zenciler de kim?” sorusunun cevabı: Sardunya’yı işgal etmeye çalışan, ama emellerine ulaşamayıp gözleri bağlanarak Sardunya turu attırılan dört Arap. Tarihe atıfta bulunarak bayrağı anlamlandırma çabası, Türkiyeli ben için çok garipsenecek bir durum değil elbette. Ama düşmanının resmini bayrağa koymak, çok tanımlayamadığım garip bir hissiyat uyandırdı. Bayrak başlı başına ulusal bir sembol olması nedeniyle bile kafa karıştıran bir konuyken, bayrağın üzerine düşman figürü çizmek adanın tarihini unutturmamak, ya da “Bakın neleri başardık, vatan uğruna daha neler yaparız!” gibi bir iddia da taşıyor olabilir. Bayraklar üzerine bir inceleme yapılsa ayrı bir sınıfta değerlendirilmeyi hak ediyor Sardunya bayrağı. Bayrağın biçimini bir kenara bırakırsak, Sardunyalıların kendi renklerini taşıyabiliyor olmaları çok anlamlı. Sardunya’nın tarihine baktığınızda, İtalyanlar adaya gelmeden önce de adada Sardunyalıların olduğunu görürsünüz. İtalyanların veya başka bir milletin gelmesi, bu adanın Sardunya olduğu gerçeğini değiştirmiyor, değiştirmemiş de. Tabi dillerini unutuyor ya da öğrenemiyor olmaları zamanla dillerini, dolayısıyla kültürlerini kaybetmeye mahkûm ediyor Sardunyalıları.
İki gün geçiyor ve adanın kendisinden çok insanına duyduğumuz hayranlıkla Sardunya’dan ayrılıyoruz. Salvatore’nin annesi tarafından ayrılırken yanımıza konan yolluk yine “İnsan her yerde aynı” dedirtiyor. Tabi yolluğun içindeki votkayı saymazsak…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder