AVM

      Nilüfer Türkmen

Her şey bir kasım sabahı başladı. Başları kasklı adamlar arsayı ölçüp biçmeye başladığında güneş henüz belini doğrultup başını kaldırmamıştı. Minik taşların kedidili gibi pütürlü hale getirdiği arsa tozumaya başlamamıştı. Etraftaki derme çatma kağir binalar, çeşitli makine parçaları döken torna atölyeleri de uyanmamıştı. Bu resmi tamamen içine alan adanın güneyindeki yılan kavi yolun sinir bozucu vınlaması dışında kentin uykuda olduğu söylenebilir aslında.
Arsa zapt edildi. Çocukların çember çevirip bisiklete bindiği, kadınların inatçı kilolardan kurtulmak için sabah erkenden yürüyüş parkuru olarak kullandığı bu alan, bir anda elinde aydınger kâğıt üzerine çizilmiş krokiler bulunan adamlar tarafından ölçülüp biçilmeye başladı. Bu öncü kuvveti dev tekerlekleri, ahtapot gibi kollarıyla vinçler greyderler takip etti. Toprağın yüzünü kazıdıklarında toza dönen çığlıklar, arsayı çepeçevre saran çitin hemen berisindeki çelimsiz kavaklarla servilerin üzerine kondu. Yüzü gözü toz içinde can çekişen ağaçlar, yıpranmış ucuz plastik bitkilere dönüp donakaldılar.


Kazılan toprak yığınları, kepçelerle kamyonlara yüklendi. Kamyonlar öksüre tıslaya çektiler temel için kazılan toprağı. Bir yandan da düz, nervürlü demirler, borular, paslanmaz saçlar, iskele yapımında kullanılan eklemli boru ve tahtalar taşınıyordu bu anlamsız çukurun sağına soluna. Anlamsızlık sadece yürüyüş parkurları ellerinden alınan kadınlar, bisikletlerini kömürlüğe kitlemek zorunda kalan çocuklar için geçerliydi. Ama mühendis adeta bir orkestra yöneten şef edasıyla her bir çalışanı kolluyor, hassas refleksin harekete geçirdiği elleri takip eden tüm işçiler bundan bir anlam çıkararak oraya buraya koşuşturup duruyordu. İş makinelerinin uğultusu kamyon tıslamaları yani tüm bu orkestra oluşan yeknesak gürültünün mimarıydı. Artık çığlık atan martılar bile sesini duyuramadığından, şöyle bir uğramak için bile olsa arsanın semtine uğramaz olmuşlardı. Eskiden arsanın hemen yanı başındaki şose yola seyyar balıkçılar dizilir, istavrit, hamsi, Norveç palamudu satarlardı. Hava kararmaya yüz tutumu evlerden yükselen kızarmış balık kokusu martıları çekerdi. Gece gece arsanın etrafında fır dönen, beyaz çığlıkları karanlığı yırtan martılar da kayboldu inşaatın başlamasıyla.
Kısa zamanda devasa bir çukur açıldı. Bir sürü işçi tesviyelenmiş çukurun içerisine doluşarak önce tablalar hazırlayıp daha sonra nervürlü çubuk demirleri kullanarak hasırdan bir kafes ördüler tabana. Karnına boşatılan su ve çimentoyu harca çeviren makine dev hortumuyla bu kafesi doldurmaya başladı. Pencerelerden bakan kadınlar şaşkınlık içindeydi. Küçük bir çocuk annesinin eteğini çekiştirerek sordu “Ne yapıyorlar” diye. “Harçla temeli dolduruyorlar.” Dedi annesi. Çocuk iyice şaşırdı: “Madem tekrardan dolduracaklardı neden kazdılar?” Fakat annesine duyuramadı sesini gürültüden. “Bak baban da orada çalışıyor. Çok güzel bir alış-veriş merkezimiz olacak. Çocuk parkında oynar çarpışan arabaya binersin” dedi. Çocuk omuz silkti. “Benim zaten çarpışmayan bisikletim ve oyun alanım vardı.”
Kısa kış günleri birbirini takip etti. Bina yavaş yavaş yükseliyordu. Aralık sonuna doğru ilk kez çalışmalara ara verildi. Yılbaşı tatili için üç günlüğüne işçiler çekildi. Makineler sustu. Karın bastırmasıyla çıplak tuğlalar, kum tepecikleri, demir yığınları hareketsizliğe terk edildi. Mahalle iki aydan beri yüksek gürültüye maruz kalmaktan dolayı çınlamaya başlayan kulaklarını dinlendirdi. Kar dindiği zamanlarda çocuklar soluğu inşaatın çevresinde alıyorlardı. Pencere boşluklarından yağmurun içeriye girmesini engellemek amacıyla eğreti asılan muşamba perdeler çocukların hedef tahtası oldu. Yarış yaparcasına muşambayı düşürmeye yahut delikler açmaya çalışıyorlardı. Oyun alanlarını çalan bu çirkin şey doğrusu hak ediyordu bunu. Fakat ertesi gün inşaatın bekçisine yakalandılar, düdüğü, “Elime bir geçireyim yakacağım çıranızı” dercesine öttürüyordu. Çocuklar zor kaçtı. Aynı gün inşaatın etrafına dikenli tel çevrildi. Kapısına da, ‘özel mülktür girilmez’ tabelası asıldı. Küçük çocuk aynı gün şu soruyu sordu babasına:
“Özel mülk ne demek?”
“Başkasına ait. Bu yüzden girilmesi yasak alan demek.”
“Ben doğduğumdan beri burada oynuyordum, bütün mahallenin çocukları da öyle. Kadınlar burada yürüyor, komşular arabalarını park ediyordu. Zaten herkesin özel mülkü değil miydi?” Çocuğun sınırsızlık üzerine kurulu dünyası özel mülk kavramının dikenli telleriyle ilk kez bölündü.
Baba için inşaatın anlamı işsizliğin herkesin belini büktüğü şu günlerde uzun süreli iş, eve götürülebilen aş demekti. Yoksa kendi elleriyle yükselttiği kendi dünyasına ait olmayan bu zebellahın ne anlamı vardı, ne de içine sindiği. Hâlbuki iyi bir inşaat ustasıydı. İyi duvar örer, şekül çekildiğinde utanmazdı. Yalnız iyi bir duvarcı değil, tekmili birden inşaatın her işine hâkimdi. Kalfalığını Bolu’lu bir ustanın yanında tamamlamış rahmetli göçmeden önce bildiği tüm hünerleri belletmişti Ona. Çivi testere dahi kullanmadan ağaç malzemeyi çatıp birbirine geçirmek suretiyle ev yapmayı bile biliyordu. Ama sanat para etmediğinden Mengen Yaylasında kendi elleriyle inşa edeceği o ev şimdilik sadece hayallerinde yükseliyordu. Çam ağacından inşa ettiği evin reçine kokusuyla uyanıyordu sabahları. Şu inşaat bitsin hele hayırlısıyla, şu gecekondu biraz değerlensin, çam ağaçlarının eteklerinde sabaha uyanabilirdi bir gün, kim bilir.
Anne için kocanın şimdilik iş bulması, huzursuzluğu evden ırak tutmanın ferahlığıydı AVM. Derme çatma binanın cephesi tamamen kapandığında, daha bir kapana kıstırılmış hissedecekti kendini. Ama ferah cephe karın doyurmuyordu ki. Önce kendisi nakış atölyesindeki minik ücretli işinden olmuştu. Gerçi çocuğuyla daha fazla vakit geçiriyordu ama iş dönüşü aldığı gofreti çocuğuna uzatırken oğlunun gözlerinde ki ışıltıyı özlüyordu. Kocası da iş bulamaz olunca esnafa görünmeye enikonu utanır olmuşlardı. Allahtan başlarını sokacak şu kötü bina vardı. İnşaattan önce evin önü göz alabildiğine ferahtı. Güneş akşama kadar evin içinde çeyizlik perdeleri, eklem yerleri zonklayan koltukların eprimiş döşemelerini ha babam solduruyordu ama olsun. “Güneş iyidir işte. Güneş giren eve doktor girmez derler” diye, avutuyordu kendisini. Şimdi iki kat daha çıkıldığında manzaraları tamamen kapanacaktı. Güneş, daha görkemli alışveriş merkezini ve üst kattaki daha zengin rezidansları ısıtacaktı. Sabahın ilk ışıkları yatak odalarını aydınlattığında minik oğlu uyanır, neden erken kalktığını sorduğunda “Güneş gözüme kaçtı” derdi. Oğlunun gözüne kaçıp paytak paytak odalarına getiren güneşi özleyecekti. Bu ona, kocasının vakti zamanında işleri iyiyken doğum hediyesi olarak taktığı incili kolyeyi satmak zorunda kaldıklarında, ona sahip olamamanın değil de artık göremeyecek olmanın hüznünü anımsattı.
Yılbaşının ardından devin homurtuları tekrar yükseldi. Bir yandan iskeleler kuruluyor örülen tuğla duvarlar sıvayla kapatılırken diğer yandan beton makinesi üst katın tablalarını harçla dolduruyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar binanın kaba inşaatı tamamlandı. Küçük çocuğun babası çalışmaya devam ediyordu. Her akşam eve geldiğinde minik oğluna ballandıra ballandıra kalıpları nasıl hazırladığını, kolonları nasıl yerleştirdiklerini, çatı düzeneğinin nasıl hesaplandığını anlatıyordu. Yorgun gözleriyle, gelecekte mimar olmasını hayal ettiği oğluna bakıyor, kimsenin güneşini çalmadan, birlikte yapacakları binalardan bahsediyordu sanki.
Binanın kaba inşaatı tamamlanınca gürültü nispeten dindi. Üç ay gibi kısa bir sürede tüm dükkânlar tutuldu. Kamyonlar satılan dükkânların dekorasyonu için koca koca raflar, soğutucular, dev aynalar, döşeme için laminant parkeler taşıyordu. Dükkânlar döşeniyor, parlak jelâtinler, konfetilerle vitrinler süsleniyordu. Babası, her metrekaresini avucunun içi gibi bildiği binada oğlunu gezdirirken bir sanat eserinden bahsedercesine nasıl inşa ettiklerini anlattı oğluna. Çarpışan arabaların yerleştirildiği plastik mini oyun parkını gösterdi. Kafe olarak dekore edilen terasta son bir kez güneşin batışını, adaların ardında yitişini izlediler.
Çok sürmedi, açılış tarihi belli oldu. Günlerce önceden AVM bir gelin gibi süslendi. Kapısında palyaço kıyafeti giymiş cazgırlar gelen geçeni eğlenceye davet ederken çocuk onları nedense Pinokyo’ya benzetti. Kapıdaki izdiham görülmeye değerdi. Ülkede krizi sadece kendilerinin yaşadığını düşündüler. Park alanı son model arabalarla dört çekerlerle doluydu. Süslü süslü kadınlar, araba anahtarını havada sallayan kocalarıyla adeta cennete girme yarışındaydılar. Promosyon ürünlerle tepeleme doldurulmuş alışveriş arabaları adeta yangından mal kaçırmanın telaşıyla itiliyordu. Anne şaşkınlığını gizleyemedi: “Bedava mı dağıtıyorlardı acaba?”
Sonra alış-veriş merkezini çevreleyen duvarın dışındaki simitçiden simit-ayran alıp karınlarını doyurdular. Kendileri gibi birçok aile etraftaki çimenlere oturmuş elleriyle inşa ettikleri devi, yabancı gözlerle süzüyor, alış-veriş arabalarını ağzına kadar doldurmuş insanları seyrediyorlardı. Çocuk babasının pantolonunu çekiştirdi
“Gidelim buradan.”
“Tamam oğlum gideceğiz.”
“Ama temelli, bisikletimi de götürelim.”
“Tamam oğlum, temelli gidelim, bisikleti de götürelim.”
Çocuk yerden bir taş aldı. Girişteki havuza yerleştirilmiş gemi maketine fırlattı taşı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder