Sabah Sabah

Umut Gündüz

Odasına girer girmez hazırladığı kahve soğurken e-postalarını kontrol edip cevap verilmesi gerekenleri cevaplamıştı. İki elini, yeni uyanmış gibi sıkıp yukarıya kaldırarak uzun uzun vücudunu gerdikten sonra, kalkıp perdeyi ve pencereyi açtı. Döndü odaya şöyle bir baktı. Güneş ışığının odaya doluşmasıyla birlikte havada uçuşan toz zerreleri görünür olmuştu. Toz havuzunda iki geniş kahverengi masa, masaların ikisinde de birer bilgisayar, bir sürü kitap… Masaların hemen yanlarında duvarlara yapıştırılmış iki kitaplıkta çokça kitap, yüksek tavanda birisi çalışmayan iki floresan lamba.

Yapılacak işleri düşündü. Hiç biriyle uğraşmak istemedi. Sözsüz bir müzik albümüyle birlikte, bir haber sitesi açıp manşetlere göz attı.
“İşçi kadınları selde ölüme terk ettiler.” “Şoför Turgut’un ölüm kalım savaşı.” “İstanbul’da sel 30 can aldı.” “Sular çekildikçe ölü sayısı artıyor.” “Yabancı ajanslar felaketi bu karelerle duyurdu.” “Türkler, Avrupalılar ve Amerikalılar bu soruyu nasıl cevapladı: Türkiye Batı ailesinin parçası mı?” “Arda Turan: Bana rakam yazmak yakışmaz.” “Zincire vurulan yıldız: Belgin Doruk.” “Evlilik dışı çocuğu olan bir madde bağımlısıydı. Prensin kalbini çaldı: Gerçek Külkedisi.”
Kapı iki kere usulca çalındı. Sabah mahmurluğunu çoktan atmış olduğu, gözlerinin dinçliğinden belli olan Erdem, gözlüğünün üstüne düşen kırlaşmış saçlarını kulağının arkasına yerleştirerek içeri girdi.
-Günaydın Yusuf.
-Günaydın abi nasılsın?
-İyiydim de, haberlere bakınca bir tuhaf oldum.
-Hayırdır, kötü bir şey mi oldu?
-Bizim Murat vardı ya öğrenci, üçüncü sınıflardan, selde kaybolmuş, ailesi geceden beri arıyormuş ama nafile.
-Bu nasıl iş yaa, deyip oturması için yer gösterdi Yusuf.
Gürültüyü azaltmak için pencereyi kapattı. Altyapı problemleri ve kaçak yapılarla başlayan konuşma kısa sürede akademik hayata, oradan da gündelik sıkıntılara gelip düğümlendi.
Erdem izin isteyip kalktı, Yusuf bilgisayarının başına döndü. “Yıkılan Gurur” filmiyle başlayan Belgin Doruk hayranlığı, “Bozuk Düzen” ve “İstanbul’u Sevmiyorum” filmleriyle ilerlemiş, “Kanlı Nigar” la perçinlenmişti. O haberi açtı.
“İstanbul’da elektrik kesintisi”
Aniden duran eski bir araba motorunun çıkardığına benzer bir ses çıkardı bilgisayarın soğutucusu. Ekran karardı. Haber sitesinin kırmızı-maviyle bezenmiş sayfasının yerinde kendi suretini gördü. Kulaklarının, kısa saçlarının ve çenesinde bir tutam uzatılmış sakalının arasında koca bir yuvarlak. İrkilmedi. Ekrana bakıp kalmadı dakikalarca. Ama toz zerreleri canını sıkmaya başlamıştı. Kalktı masadan, kahve bardağını ve toz bezini alıp tuvalete gitti.
Önce bilgisayar ekranını, sonra masasını özenle sildi. Kitapları ve kâğıt yığınını ayırıp yerlerine yerleştirdi. Sonra, masasının kenarında boş bıraktığı yere ayaklarını uzatıp koltuğunun arkasına yaslandı. Yemek saatinin gelmesini bekleyerek düşüncelere daldı.
Yemektendönünceşumakaleyebakıyımbirazelektriklerdegelmişolurzatensonradiğerlerininyaptıklarına
bakıpbirleştirmeyeçalışacazamakimbilirnelersaçmaladılaryineüffhiçgirmesemiydimşumakaleişineakşa
müstüdeöğrencigelecekvayefendimgörüşmesaatiymişuzatmasabari5gibiçıksamsoyundukısındıkfalan6
yaancayetişirizbirazterbikaçdagol
atsamiyiiyiiyi
Saate baktı 11.55. Birazdan çıkarız yemeğe.
Ofkarnımdaçokaçetabiküçüktostlayaparsankahvaltıyıtutmazadamgibierkenkalksamartıkevdekahval
tıolayınagirsemyabuböyleolmayacakevlensemmilanevlensemmiacaba…
Kafası yavaşça koltuğa düştü. Rüyasız, ölü gibi bir on dakika öylece kaldı. Telefon sesiyle uyandı. Ayşe.
-Selam, acıktın mı? dedi neşeli ses tonuyla.
-Acıktım, dedi mahmur.
-Köfte varmış, yemekhaneye mi gitsek?
-Üff, dedi Yusuf. Hadi gidelim.
Koridorda buluşup dışarı çıktılar. Hava kapanmıştı, yağmur çiseliyordu. Yusuf şemsiyesini açtı. Ayşe de girdi şemsiyenin altına. Yemekhaneye doğru yürüdüler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder