Çelişki ve Çözümü


Murat Engin Ünal

İnsan hayatta işe yarar birşeyler yapıyor olmayı istemez mi? Peki işini yaparken zevk almak istemez mi? Saatlerce uğraşsa bile gocunmayacağı, ertesi gün gene hem de tutkuyla yapmak isteyeceği bir çalışma alanı tüm akademisyenlerin rüyası değil mi? Ben de hem zevk alabileceğim hem  de kendimce anlamlı bulduğum işler yapmak istiyorum. Ancak bir türlü işin içinden çıkmıyorum. İşte sebepleri...
İTÜ Endüstri Mühendisliği öğrencisi olarak beynime kazınmış bir yaklaşım var: çekme sistemi ve yalınlık. Bunların akademik hayata yansıması şudur: bir çalışmaya başlamak için yegâne tetikleyici, bir problemin varlığı olmalıdır. Burada problem talebi, çalışma da arzı teşkil etmektedir. Çekme sistemi de arzın talebi takip etmesi gerektiğini söyler. Yalınlık ise problemleri çözmek için basit sistemler kurulması gerektiğidir. İki kavram da ne yazık ki benim akademide yapmak istediklerimle artık örtüşmüyor.
Akademik hayatıma, bu ilkeleri çalışmalarıma yansıtabileceğim üretim alanında çalışarak başladım. Bu konularda hocalarımla katıldığım projeler gerçekten keyifliydi. Bir üretim sistemini muayene etmek, sorunlarını tespit etmek ve bu sorunlara çözümler üretmek, bunları ve yenilerini tekrar tekrar denemek… Ancak bunlar hemen her zaman öğrendiğimiz birkaç konunun söz konusu probleme uyarlanmasından ibaretti. Evet, sahip olduğum bazı yetenekleri orada sergileyebiliyordum ve beni bu anlamda tatmin de ediyordu. Üstelik gerçek hayatta bir işe de yarıyordu. Bu yararın benim algımdaki değeri de tartışılabilir ama şu an ondan bahsetmeyeceğim. Daha kritik ve benim hayatımda daha önemli fark yaratan şey bunu yaparken aldığım zevk.
Sonuçta yerimde duramadım, bununla yetinemedim; çünkü sıkıldım. Ürettiğimiz çözümler hep basitti çünkü yalınlık ilkesi gereği öyle olmaları gerekiyordu. Hâlbuki ben kendimi çok daha karmaşık hesaplarda denemiş ve yeterince uğraşınca yapabildiğimi görmüştüm. Dahası bu hesaplarla uğraşmayı oldukça da eğlenceli buluyordum. Her ne kadar yalınlık ilkesine inansam da profesör deyince aklımdaki ideal, karmaşık hesaplar yapan, Einstein’a benzeyen insanlardı. Dolayısıyla üretim alanında çalıştığım konular danışmanımın türlü çabalarına rağmen, beni, akademik hayatımda pek de tatmin etmedi. Ne yapacağım diye düşünüp oraya buraya sallandıktan, başka üniversiteler, başka bölümlerin kapılarını çaldıktan ve içeri giremedikten sonra kendimi bölümümüze yeni gelen bir matematik profesörünün peşinden koşarken buldum. Şimdi ise tam “yalın” zıttı, muhtemelen hiçbir işe yaramayacak olan şeylerle uğraşacağım. İlgileneceğim problemler, bunların gerçek hayatta karşılıklarının olup olmadığını hiç mi hiç düşünmeyen ve de yüksek olasılıkla bu meseleler hiç de umrunda olmayan kişilerce, sadece matematiksel temellerle ve kaygılarla ortaya atılmış olanlar olacak.
Anladığım kadarıyla bu kaygı, özellikle pür matematik çalışan insanlarda da belli ölçüde bulunan bir şey. Bu kaygılarıma cevap bulabilmek ve insanların nasıl böyle kaygılara düşmeden matematik çalışabildiklerini anlamak için arkadaşımın bana tavsiye ettiği “Bir Matematikçinin Savunması” isimli, ünlü bir matematikçi olan G. H. Hardy tarafından kaleme alınmış kitabı okudum. O, matematiğin benim bahsettiğim matematikten bile daha soyut ve daha yararsız olan kısmıyla, pür matematikle ilgileniyor. Savunmasına, bir insana yaptığı işi neden yaptığı sorulduğunda verebileceği samimi cevapları listelemekle başlıyor. Bunların ilki, ki bu cevabı verebilecek olanlar ona göre az sayıda olan -ve kendisinin de dâhil olduğu- bir avuç insandır, “gerçekten iyi yapabildiğim tek iş bu da ondan”dır. Diğeri ise “birçok işi iyi kötü yapabilirim ama şartlar bunu gerektirdi”. Bunun dışındaki cevapları samimi bulmuyor Hardy. Matematikte ispatlanan en önemli teoremlerin niteliklerinden bahsederken uygulanabilir olmasının kesinlikle önemli olmadığını, önemli olanın değişik kavramları nasıl birbirine bağladığı, ne kadar derinlik ve ne kadar genellik içerdiği olduğunu söylüyor ve tüm mühendislerin de bildiği irrasyonel sayılarla ilgili bir teoremin tam anlamıyla yararsız olmasına rağmen ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Uygulamalı matematiği (benim çalıştığım alan) ise sıkıcı ve çirkin buluyor ve böylece matematikte bir estetik kaygısı olması gerektiğini belirtiyor. Uygulamalı matematiğin işe yarar kısmının kötü niyetli dahi kullanılabildiğini ve pür matematiğin bu anlamda tam olarak masum olduğunu söyleyip kendi vicdanını bu şekilde rahatlatıyor. Matematiğin gündelik hayattaki yararsızlığına karşı, ona sanata benzer bir fayda biçilebileceğini söylüyor ancak bunun kendi savunmasında yer almayacağını da belirtiyor. Kalıcılık kavramına da değinip matematiği yazıyla kıyas ediyor; yazı şekilleri ve diller değişse bile matematiğin ilk teoremlerinin dahi binlerce yıl sonra aynı duruluk ve doğrulukta günümüze geldiğini söylüyor.
Bu kitabın ilk kısımları bir matematikçinin ne kadar farklı bir dünyada yaşayabileceği ve kendi konusuna değer vermek için gözlerini ne kadar kapatabileceğini düşündürtüyor. Matematiği şiirle, edebiyatla nasıl karşılaştırabildiğini anlayamıyor insan. Birisi bir avuç matematikçiye hitap ederken, diğeri kitleler tarafından algılanıp beğeniliyor. Üstelik matematiğin değişmezliğini,  toplumların dinamikleri içinde değişen dili karşısında bir üstünlük olarak görüyor. Kocaman bir bilim alanı olan matematikle, bir oyun olan satrancı kıyaslayıp birinin diğerinden üstünlüğünü tartışıyor. Bunlar savunulması zor bir şeyi savunmak için üretilen zoraki kıyaslar gibi geliyor insana.
Daha sonraki kısımlarıysa biraz daha alçak gönüllü, biraz daha “tamam matematik belki de yararsızdır ama en azından zararlı da değil”in itirafı gibi okunuyor. Verdiği örnekler benim gibi bir matematik severi hemen içine çekebiliyor. Bir yandan irrasyonel sayıların varlığının matematiksel düşünceyi ne kadar değiştirdiğinden etkilenip, öbür yandan bunun gerçek hayatta en ufak bir yansıması olmayışına üzülebiliyorsunuz.
Kitap ağzınızda kalan bu tatla bitiyor. Ancak bana kaygılarımı sona erdirecek bir cevap vermiyor. Zaten kitaplar cevap vermez değil mi? Soru sorarlar. Ben bir takım değerlerimi, isteklerim ve tutkularım yönünde terk etmiş durumdayım. Sanırım herkes yaptığı işte yüce değerlerin peşinden koşamıyor ve zaten herkesin koşması da gerekmiyor. Bu, kişilerin yaptıkları işleri sorgulamaları gerekmediği anlamına gelmiyor. Ancak benim  yüce değerleri tembelliğime  mazeret göstermekten ve vazgeçmem ve ders çalışmam gerekiyor. Bunu istiyorum da. Artık konusunu (değersiz de bulsam) iyi bilen birisi olmak istiyorum. Diğer yüce değerleri başka şekillerde başka ortamlarda karşılamak gerekiyor galiba. Mesela bu yazı bile yapacağım doktoradan daha değerli olabilir. Umarım yazı yazmak konusundaki arzum artarak devam eder ve buraya başka yazılarım da yazılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder