Özlemişim Seni

Tolga Kaya

Hep böyle oluyor be Zobo! Unutuyorum. Hayatın aslında ne kadar da vurdumduymaz; o kadar çabaya, mücadeleye değmeyen, soğuk bir adaleti olduğunu unutup gidiyorum. Diğer yağmur damlalarının arasına karışıyorum. Hepimiz biliyoruz düştüğümüzü, nereye gittiğini bilmeden boşlukta süzüldüğümüzü. Tekrar tekrar söylemeye ne gerek var ki? Başka türlü yaşanmıyor. Oysa bir kenarından tutunabilmek için hayata ne çok şeye katlanmamız, gözlerimizi kapamamız gerekiyor.
Uzun zamandır konuşmuyorduk seninle. Unuttuk iyice birbirimizi. Bir garip oldum bu sabah. İçim buruldu. Oğlumu anaokuluna yeni bırakmış, onarımı bir türlü bitmek bilmeyen binadan çıkıyordum. Duvar kenarında, yığılmış kalasların yanında, personel işlerinden Ayşe Abla ile bakımevinden Nurten Hanım’ı konuşurlarken gördüm. Yanlarından geçerken, kulağıma belli belirsiz bir sözcük çalındı. Kadının sesinin tonundan mıdır bilinmez, daha o an kanım çekildi. Umarım o kelime değildir, diye düşündüm. Döndüm baktım konuşan kadınların yüzüne. Öyle perişan bakıyorlardı ki birbirlerine… Nurten Abla küçük bir kâğıt parçasını dizine yasladığı el çantasının üzerine koymuş; diğerinin ağzından acıyla dökülen hastane adı, oda numarası gibi bilgileri yazıyordu. Yürüdüm. Konuşmalar rüzgârın sesine, araba kornalarına, vapur düdüklerine karıştı. Ben de unuttum gitti.
Artık hafta sonları oğlum benimle kalıyor. Odama girerken keyifle bunu düşünüyordum. Masama oturmamla telefonumun çalması bir oldu. Pervin’in işi çıkmış, gelememiş. Onun yerine Yönetimde Karar Verme dersi anketlerini yapmam mümkün müymüş? Yaparım, neden yapmayayım? Tezimin başına oturmamak için bir sebep arayan ben değil miyim? Tabii ki yaparım. Kim veriyor dersi? Sezgin Hoca. Yazık karısı hasta, biliyor musun? Adam her Perşembe, derse gelmeden önce karısını hastaneye bırakıyor, dersten sonra da çıkıp alıyor. O yüzden ders on beş dakika kadar geç başlıyor. İstersen, hemen o arada, yapıver sen anketi. Olur, yapalım. Hastalığın üçüncü evresindeymiş kadıncağız. Kurtuluş yok yani. Adamcağızın yönetimde karar verme dersinde verdiği örnekler hep ilaçlar, hastalıklı hücreler, tedavi teknikleri ile ilgiliymiş. Zor tabii, kolay değil. Anket kâğıtları elimde, sınıftan çıkarken adamın yüzünü görüyorum. Gözlerimin içine bakıyor, teşekkür ediyor, ne ki, bakışları o kadar uzaklarda ki… ‘Ben teşekkür ederim hocam,’ diyorum nedense, çıkıyorum. Elde var iki.
Sezgin Hoca’yı öyle görünce aklıma… Neyse, bugün ne işimiz vardı? Evet, pazartesi günü oğlumun ilkokula kaydını yaptırmam gerekiyor. İndirimden yararlanabilmem için, üniversite mensubu olduğuma dair resmi bir belge almam gerekli. ‘Tamam,’ dedim, anketi yaptıktan sonra çıktım bizim personel işleri odasına. Nurten Abla ile birkaç memur toplanmış, eski bir profesörü arıyorlar. Tanıdığı bir doktor varmış galiba bu profesörün. Mesele açıklığa o zaman kavuştu. Öğrenci işlerine yeni giren gençten bir kız vardı. Otuz yaşında ya var ya yok. Hasta olan oymuş. Pek ümit yokmuş. Tüm memurlar perişandı. Ayşe Abla, daha geçen ay kaybettiği ağabeyini unutmuş gibi (bu konuya artık hiç girmeyeyim, bir kaza olduğunu bil yeter), kızın önceki gün hastanede gördüğü babasının halini anlatıyordu. Nur yüzlü de bir adammış. İşte böyle Zobo. Güya İstanbul’un en güzel zamanı. Oturdum masama kaldım. Şu daha iki!
İyisi mi bir kahve yapmalı. Özel insanlar değiliz. Kimse hatırlamayacak bizi. Sevdiklerimiz, sade bize kıymetli. Yaşamamız gereken hayatlar, tamamlamamız gereken görevler var. Büyütmenin bir âlemi yok yani meselemizi. Mayıs demedim mi ayların en güzeli? Kasvet yok onun dağıtamayacağı. Hayat zaten garip bir şey. Anlayamıyorum bu içinde yaşadığımız şeyin olduğunu. Bu ağaçlar, güneş, bu koşuşturmaca. Bir güce mi inanmalı acaba? Açmalı şu perdeleri. Çok özledim be Zobo seni? Bu konuları kimseyle konuşamazsın. Bu aralar, insanların içlerini karartmak dışarı; sınırsız laf kalabalığı, fütursuz eğlence içeri. Sevmiyorlar yani böyle şeyleri. Karımla mı konuşayım? Kavgalı ayrıldık biz be Zobozingo! . Dün aradı annem. Seni bulmuş yüklüğün dibinde. Rengin biraz solmuş, ama yine atmaya kıyamamış seni. Anneler böyledir, hemen bir kılıf bulurlar. ‘Oğlum,’ dedi, ‘İstanbul’a gelirken istersen Zobo’yu da getireyim, oğlun da sever, o da oynar onunla. Geceleri yalnız başına yatmayı da böylece öğrenir belki.’ Annem anlatıyor, iki yaşımdayken bile hiç bırakmazmışım elimden seni. Daha o yaştan geceleri yalnız yatmaya başlamışım. Seninle konuşurmuşum yatakta, babamla ikisi kapının yanında gizlice bizi dinlerlermiş. Ayrılmadan önceki son mutlu günleri…
Vay be! Demek yirmi yıl sonra yine göreceğim seni. Kusura bakma, bugün değişik bir ruh hali içindeyim. Azrail kol geziyor fakültede. Hangi köşeyi dönsem karşımda. Küçükken de az yumruklamaz, tekmelemezdim seni. Özür dilerim. Sinirlenip öldürmüştüm en son seni. Teorik olarak, yirmi yıldır yüklüğün dibinde ölü olarak yatıyorsun. O zamanlar, senin yüzünden ayrıldıklarını düşünmüştüm annemle babamın. Her şeyi anlattırdığın, beni konuşturup durduğun için. Çocuklar suçu kendilerinde bulmaya meraklıdırlar zaten. Affedebilecek misin beni?
Şimdiden söyleyeyim: Artık birlikte yatamayız. Bol bol konuşabiliriz ama. Seni oğluma hediye ederim. İsterse o da konuşur seninle. İşin bu kısmı senin maharetine kalmış. Yeter ki, çöpe atıvermesin seni annesi. Beni attığı gibi… Yalnız, bir şartım var. Oğlumla, güzel konulardan konuşacaksınız. Bugünkü gibi iç sıkıcı konular istemem. Ziyaretinize de gelirim sık sık. Düşündüm de, aslında anlatacak o kadar çok şey birikmiş ki… Üç kere âşık oldum mesela. Bir de oğlum oldu. Dur bakayım: Üniversiteyi bitirdim, askere gittim, evlendim, boşandım. Aslında başka da pek bir şey yok hani. İşler pek de planladığımız gibi gitmemiş, desene. Bir de ölümler var tabii… Ama onları unutuyorum. Unutmak zorundayız. Aynı aşklar gibi, onları unutmazsak yaşayamayız. Neyse, uzun uzun konuşuruz bunları.
Özlettin be Zobo kendini!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder