Svefn-G-Englar*

Yasin Kütük


Kentin ışıkları, sokakları, insanları, uğultusu, sesten ve ışıktan bir soru işaretiydi ona, sesten ve ışıktan bir yanıt.
(“Hayallerim, Aşkım ve Sen” filminden)
“İstanbul sen ne büyülü bir şehirsin!”, diye geçiriyordum içimden dün gece, denizin koyu renkli bedeninin üzerinde gezinirken sisli bir yalnızlık tabakası.
Fotoğraf: Ara Güler


Bir zamanlar, yoksul insanlarıyla uzun yağ kuyrukları, küfeli damacanalarıyla kambur sucular ve damalı taksi-dolmuşları, arnavut kaldırımlı sokakları gündelik bir telaşla arşınlarken, şehri sık sık bu çaresiz telaşla yalnız bırakan elektrik kesintileri, meydanları, geceleri sokakları devralan ipsiz köpeklerin -küçük çete kavgalarıyla safak sökene dek yorulup, ertesi güne, manav kasalarının, sidikli köprüaltlarının veya sokağın, güneşin hiç kesilmediği, tembel bir kaldırımında uykuyla başlarlar bunlar- tırnaklarıyla çalınan soğuğa ve belirsiz uğultularına bıraktığında; şehrin büyüsünün bir anda kaybolup gittiğini ve korkutucu bir yer haline geldiğini düşünmüşümdür. İstanbul o günlerde, benim için, çukurlarıyla meşhur bir şehirdi ve bu çukurların içinde pet şişeleri, naylon poşetler, yağ kutuları ve çürük yapraklar arasında ölü kedilerle rastlaşmak, bizler için alışıldık bir şeydi. Çocuklar için bu çukurlar zamanla okula, top oynamaya, mızmızlanarak ekmek almaya giderken içine bir alışkanlıkla tükürülüp, günah çıkarılan yerler haline dönüştüler (Çukurlar kapatılmasına rağmen İstanbullular hâlâ bu alışkanlıklarını bırakmadılar). Kocalarını postalayan ev kadınları, işe gider gibi komşu gezmelerine çıktıklarında, bu çukurların yanından geçerken, aa yine leş var burda, demeden geçmezlerdi. Sokağın, mahallenin haritasını (benim için çocukluk hatıraları hep bu haritalar üstüne kuruludur)  zihninin bir yerinde ezberlemiş bizler günlük oyunlarımıza dalar, sokağın çıplak ve çiğ turuncu lambasının ışığı yanınca saklambaç oynamayı sabırsızlıkla beklerdik. Belleğimizin haritasındaki yıkık kömürlüklerde, balkon kuytuluklarında, yerini benimseyip artık taşlaşmış kum tepeciklerinin arkasında, ağaç diplerinde, merdiven boşluklarında saklanmış bizlerse, elektrikler bir anda kesiliverdiğinde, şehrin karanlıkla üstü örtülen sokaklarını, palaspandıras evlere kaçışıp, o leşlerin tükürüklerin içinden dirilip kol gezdiği, ters ayaklı cinler, kaldırım cüceleri, karafatmalar, fareler ve köpek çeteleriyle beraber volta attığı korkutucu bir medeniyete bırakırdık. Zifirî karanlık, İstanbul’da korkuyu fısıldardı titrek ruhumuza. Ama şehrin sakinlerinin, gecenin bu karanlığında, bir anda sokakları ele geçiren ve kaplayan bu yalnızlaştırıcı bir anne içgüdüsüyle ve farkında olmadan sahiplendikleri korkuyla başa çıkabildiklerini biliyorum; bu lacivert tehditle başa çıkabilmek için, birçok şehrin insanı gibi sıradan çözümler üretmeyi başarabilmiştir İstanbullular: titrek bir gaz lambasının altına toplanıp sohbet etmekten, çekirdek çitlemekten, pişti oynamaktan tutun da oyunbaz çocukların tahta arabalarıyla giriştikleri mercedesçilik savaşlarına, çaresizce erkenden yatıp uyumaya kadar sayılamayacak denli sıradan, şirin çözümler. Bütün bu gayret, bir anlık da olsa, şehrin karanlığını ve o korkutucu yüzünü unutturabilmenin dışında, bu yalnız ve yoksul şehri kendileri için daha katlanılabilir bir yer olarak düşünebilmek ve içlerinde yaşayan küçük, mutlu ve telaşlı İstanbul'u yaşatabilmek içindir. Işık, bizler için, böyle zamanlarda, denizin mavi bedeninde vurgun yemiş bir vücudun yukarı çıktığında aldığı ilk nefes gibidir, soluk kesici ama hayat kurtarıcıdır. Dolayısıyla, benim gibi, İstanbul'un herkes için büyüsünü geçerli, güçlü ve yaşatılabilir kılan en önemli etken, şehri onsuz düşünemediğimiz, ışıktır.
Söz konusu İstanbul’un ışıkları ise, hepimizin aklına ilk geldiği gibi ampulden fışkıran kuru bir neon kütlesinden farklı olarak, benim için birer kişilikleri vardır onların: akşam alışverişiyle evine dönen elleri poşetli bir memur yorgunluğu, düşmüş bir saraylının kibirli asaleti, on altısına yeni girmiş eteklerini üç parmak yukarı çeken liseli kız hınzırlığı, gecekonduların arasına kendisi gibi hayatı ve umutları da sıkışıp kalmış bir emekçi yoksulluğu... Bunların arasında, ışıklarına hepimizin aşina olduğu, Melling’in tablolarında keyfine düşkün yeni Osmanlı burjuvazisinin kayıklarla etrafında dört döndüğü Kızkulesi’nin ışıkları, işte o, iki yakanın bir türlü paylaşamadığı, şımarık ve ihtiraslı liselisidir. Cazibesini herkese gösterir, ama yalnızca pek azı, çok çok azı, o cazibeye ayak basabilmiştir. Kadıköy’e geçtiğim her vapur yolculuğunda, Boğaz’ın Karadeniz’e doğru akan, bazen on kilometre hızına çıkabilen, meşhur dip akıntısı bir gün Kızkulesi’ni yerinden oynatıp, Büyük Mecidiye Camii’nin koyuna sürüklediğinde, tüm İstanbulluların hop atlayıp, ailecek, sevgilileriyle fotoğraf çektirecekleri o eşsiz günü hayal ederim. Kadıköy yolculuğuna eşlik eden bir diğer ışık, hiç kuşkusuz görkemli Selimiye Kışlası’nın ışıklarıdır. Koridorları Florance Nightingale’in anaç ruhu ile dolu Selimiye Kışlası’nın ışıkları, çatık kaşlarıyla Boğaz’ı kollayıp, gözetleyen haşmetli, biraz delikanlı ama merhametli emekli albay baba gibidir; her geçişimde yaramazlık yapmışım da biraz tembihleniyormuşum gibi hissederim. Eğer Haydarpaşa vapuruna bindiyseniz, vapur burada biraz yavaşlar; işte o anda, albay amcanın, kabahatli veledi (beni) yakalayıp, işte şimdi, kızacakmışçasına tedirgin eder beni Selimiye’nin ışıkları. Boğazın bir başka görkemli ışığı, elbette, ağzımı sulandıran Sultanahmet’in ışıklarıdır. Sultanahmet’in ışıkları, Ramazan’da misafirlerimizi ilk akla gelip götürdüğümüz yer olduğundan, acıktığımı hissettirir bana ama zamanla bu nefs mücadelesi yerini, bir şekilde, vicdan azabına, sessizliğe, mahcubiyete bırakır ve derin derin düşündürür beni. Bu vicdan azabından kurtulmanın en kolay yolu, serseri, günahkar, uçarı ve biraz züppe Beyoğlu ışıklarına kendimi atmaktır. Hieronymus Bosch’un çatlak dönemlerindeki resimlerine benzer Beyoğlunun ışıkları, her bir köşesinde ayrı bir günahın işlendiği, kaçamak yapılan hafifmeşrep bir kadın bedenidir, etrafındaki curcuna, keşmekeş ise bize bütün gerçeği unutturmak içindir sanki. İstanbul’un bu meşhur ışıklarının yanında, unutulmuş ışıkları da var. Bir çoğumuzun keşfetmediği Balat’ın, Balat Hastanesi’nin, semtin yoksulluğunu, terkedilmişliğini, çaresizliğini örten ışıkları mağrur gecekondulu işçidir. Yedikule Surp Pirgiç Hastanesi ve Zulfaris Sinagogu’nun ışıkları, azınlık olmanın verdiği kapatılmışlık ve tedirginliği resmeder zihnimde, etrafı kalın duvarlarla çevrili olduğundan unutulmuş eski bir sinema yıldızının düşmüş, yalnız, kederli yüzüdür onlar. Sirkeci’deki Büyük Postane’nin ışıkları ise kimi zaman uyanık, kaypak hacı tüccarları, kimi zaman elleri çatlamış bir hamalı hatırlatır.
Kendine has kişilikleriyle, bir gece, hafif aralık bırakılmış perdenin arasından usulca sızıp, üzerindeki küçük çatlakları daha da belirginleştirerek, evinizin duvarına misafir olursa bu ışıklardan biri veya kesişen hüzmelerinden birkaçı, perdenizi kapatıp onu kapı dışarı etmeyin. Belki, uykuya belleğimizin karanlık dehlizlerini aralık bıraktığımız gibi, İstanbul’un ışıklarına da pencerelerimizi açık bırakırsak, hem o ışıkları hiç görmemiş milyonlarca meraklı gözü bir parça teselli edebiliriz, hem de İstanbul’un bu melankolik ışıklarını, belleğimizi eşeleyen sorularımıza birer yanıt, bir kaç saatlik ömürleri sonunda, huzur içinde uğurlayabiliriz. Uyku meleği gözkapaklarımızı ağırlaştırıp tüm bedenimizi sinsice ele geçirinceye kadar.

*Uyku Melekleri (bir Sigur Rós şarkısıdır).




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder