Gel-Git

Serkan Değirmenci
Gözlüğünü çıkarıp gözlerini ovuşturdu, oturduğu yerde şöyle bir gerindi. Yanındaki camın buğusunu uzanıp elinin tersiyle hafifçe sildi. Dışarısı bembeyazdı. Önüne döndüğünde gözü kar-şıdaki yanıp sönen kırmızı rakamlara takıldı, hava soğuktu ve gelmeye az kalmıştı.
Fotoğraf: Öner Temur
Otobüsten inerken yüzüne keskin ve tanıdık bir Ankara rüzgârı vurdu. Valizi bagajdan aceleyle alan babasının elini tuttu. Bir ucundan diğer ucunu hızlı adımlarla geçtikten sonra garajın önünde bekleyen bir taksiye bindiler. Taksiciyle sohbete her zamanki gibi gecikmeden başlayan ve her şeyi ayrıntısıyla anlatan babasına içinden kızıyor, arada çaktırmadan aynadan bakmaya çalışan şoförden gözlerini kaçı-rıyordu. Neyse ki sabah trafiği henüz başlamamıştı, çabucak vardılar Ulus’a. Heykeli geçtikten sonra buz tutan merdivenlerden zor bela aşağıya indiler. Çarşı meydanını boylamasına geçtiler. Pasajlardan birine sapıp duvar-larında milli güreşçilerin siyah beyaz fotoğrafları olan bir çorbacıya girdiler. Ocağın üze-rindeki büyük tencereyi yavaşça karıştıran göbekli aşçı mırıl-danarak “Hoş geldiniz” dedi karşıdan. Havadan sudan bir iki konuşmadan sonra, “Şefim bana bir ezogelin, oğlana da mercimek” dedi babası. Dumanı üstünde çorbalar gecikmeden geldi. Babası bir yandan saatine bakıp bir yandan da çorbasını hızla içerken, çocuk duvardaki çerçeveleri tek tek inceliyordu. Acaba hepsi buraya gelmiş miydi, acaba hepsi ölüp gitmiş miydi?

Çarşının arka tarafından çıktılar, mesailerine yetişmeye çalışan memur kalabalığının arasında dört kuleli eski bir binaya kadar yürüdüler. Valizi kapıdaki güvenliğe bıraktıktan sonra birkaç kat yukarı çıkıp kırmızı halılı uzun koridorlardan geçtiler ve ahşap bir kapının önünde durdular. Babası ceketinin düğmelerini özenle ilikledikten sonra kapıyı iki kez ardı ardına tıklattı, birlikte içeri girdiler. Oturdular, önce muhab-bet başladı, sonra çaylar geldi. Arada da kâğıtlar alındı, mühür-lenip imzalandı, geri verildi. Binadan çıkıp bir taksiye bindiler. Artık trafik biraz sıkışmıştı. Aslında gidecekleri yer pek uzak sayılmazdı ama tepedeydi. Babası yine samimi bir sohbete başladı taksiciyle, şuradan geliyoruz buraya gidiyoruz derken önünde insanların bekleştiği yan yana dizilmiş gri binaların önüne sonunda vardılar.
Ahşap bankonun arkasındaki kadın, babasının elinde uzattığı kâğıtlara bakarak “Alayım” dedi. Birkaç tane imza ve mühürden sonra önünde duran bir tomar kâğıdın en altına koydu, “Bekleyin” dedi. İçi sünger, dışı siyah naylon kaplama, yere yakın eski koltuklara baba oğul yan yana oturdular. Salon kalabalık ve gürültülüydü, insanlar bir o yana bir bu yana koşuşturup duru-yorlardı.  İsimler okundu, odalara girildi, çıkıldı. Sonunda onun adı da okundu yüksek sesle. Babası “Geleyim mi seninle, ister misin?” diye sordu ama çocuk pek oralı olmadı, montunu çıkarıp verdi babasına, “Ben konuşurum” dedi bilmiş bir tavırla. Solgun yüzlü, gözleri kan çanağına dönmüş genç bir kız karşısındaki masada otu-ruyordu. Önce çocuğa baktı sonra da okumaya neresinden baş-layacağını bilemediği önündeki kirli pembe kapaklı kabarık dosyaya. Dosya no: 1-8-4-6-3-6-3. Sararmış, yırtık pırtık ilk sayfaları geçti. Orta kısımlara biraz göz gezdirdi, okumaktan vazgeçti sonunda. Temiz bir sayfa çekti önüne. Bir sürü soru sıraladı çocuğa, bir yandan da yazdı çizdi. Sonra kapıyı açıp babasını çağırdı. Çocuğa sorduklarının benzerlerini babasına da sordu, aynı cevapları aldıkça dudaklarını büküp kafasını sallayarak karşısında oturan ço-cuğa bir daha baktı. “Sabah yine bildiğiniz gibi geliyorsunuz” diye tembihledi, gönderdi.
Baba-oğul bildikleri gibi er-kenden geldiler sabah. Gri binalardan başka birine girdiler, zemin kattan iki kat aşağıya doğru inmeye başladılar. Her basamakta hava daha da ağırlaşıyordu sanki, kötü kokuyordu. İndikleri katta kimisi ayakta, kimisi oturan, ama neredeyse hepsi duvardaki tek kanal gösteren televizyona beş dakikada bir merakla göz atan yaşlısı, genci, çoluk çocuklu mütevazi kalabalıktaki ve garip sessizlikteki bir salona girdiler. Şöyle bir etrafa bakınıp iki kişilik bir yer buldular kendilerine. Eşyaları çocuğun yanına bırakıp elindeki kâğıtlarla birlikte, içinde ortaca yaşlı bir kadının bulunduğu salonun karşısındaki camlı kabine gitti babası. Sesi tüm salondan duyuluyordu neredeyse. “Evet, yine geldi teyzesi”. “Çok sıra var mı bugün?” “Ne kadar bekleriz?” Kadının sesi duyulmuyordu. Yine elinde kâğıtlar, döndü babası. Uzun bir bekleyiş başladı. Herkes bir şeylerle meşguldü, kimi gazete okuyordu, kimi kitap. Bazılarıysa bir şeyler mırıldanıyordu kendi kendine. Arada yine isimler okunuyordu. Kapılar açılıp kapanıyordu. Neredeyse akşam olmuştu. Sonunda çocuğun ismi okundu. Babası telaşla fırladı yerinden, bir eline eşyaları aldı, diğer eliyle de çocuğunkini tuttu. Salonun karşısındaki otomatik kapı açıldı, içerideki küçük oda-lardan birine girdiler. Üzerinde anahtarı olan boş metal dolap-lardan birini açtılar. Babası çocuğun üstündekileri çıkartıp bu
 dolaba koydu. Başka bir dolaptan bulduğu bol elbiseyi de çocuğa hızlıca giydiriverdi. Koridora çıkıp ayaküstü beklemeye baş-ladılar. Babası camlı kabinde oturan kadına “Biz hazırız teyzesi” dedi. Kadın telefonla bir yerleri aradı, tamam der gibi kafasını salladı, elindeki üzerinde çocuğun adının soyadının yazılı olduğu sarı bant parçasını babasına uzattı, “Bunu onun bileğine yapıştır” dedi. Çocuğun önünde diz çöktü babası. Yeni elbisesinin her yerini örtüp örtmediğine şöyle bir baktı, düğmeleri kapalı mı diye iyice kontrol etti. Bileğine bandı özenle yapıştırdı, “Sakın bunu çıkarma içerde oğlum, tamam mı?” dedi. Yanaklarından öptü, saçını okşadı, “Seni burada bekliyorum” dedi sessizce. Gizli bir veda-laşmaydı sanki bu. Çocuk kendisini almaya gelen kadının elinden tuttu, arkasını babasına dönüp onunla birlikte yürümeye başladı. Sonra birden durdu, babasına döndü, gözleri dolu doluydu, elini kaldırdı, yutkundu, bir şey diyecekti, diyemedi. Gitme vakti gelmişti.
Tekerlekli bir yatağın üzerinde soğuk ve birbirine benzeyen bir sürü insanın yürüdüğü kalabalık koridorlardan geçtiler. “20” no.lu odaya geldiler, içeri girdiler. Radyoda hareketli bir müzik çalıyordu. Odadakiler de epey hareketliydiler. “Nasılsın?” diye sordu başka bir kadın. “İyiyim” dedi çocuk gözlerini kısarak. Odaya gelen herkes farklı bir şeyler sormaya başladı çocuğa. “Okul nasıl gidiyor?” “Derslerin iyi mi?” “Kız arkadaşın var mı?” “Kardeşin kaç yaşına bastı bu sene?”… Hepsi tanıdıktı sanki. Bir yerlerde görmüş olmalıydı onları. Bir adam iyice yanına sokuldu sonra. “Merhaba, ben Bahri amcan, beni hatırladın mı?” dedi. Çocuk evet der gibi kafasını salladı. “Hadi gözlerini kapat, artık neredeyse gidiyorsun” dedi.
Ağırlaşan gözlerini kapat-mamak için direndi çocuk. Sağına soluna ve kendine bakmaya çalıştı. Birden ne kadar kalabalık olmuştu oda, herkesten iki tane vardı sanki. Ne kadar aydınlık olmuştu. Dayanamıyordu, her yeri karıncalaşıyordu. Sesler yankılanıyordu kulağında. Rad-yoda çalan parça solo değil, koroydu artık, tek sesli bir koro… Nakaratları hiç bitmiyordu hem de. Yine sorular başladı. “Nasılsın?” diyorlardı. “En son ne zaman geldin hatırlıyor musun?” diyorlardı. Her şey ne kadar alçakta kalmaya başlamıştı. Sanki uçuyordu, uzaklaşıyordu. Aşağıya geri dönebilir miyim acaba diye bir an düşündü çocuk, bir iki kelime mırıldanmaya çalıştı ama gözleri kapandı. 
Gözlerini hafifçe açtığında başka bir odadaydı. Her yeri ağrıyordu, acıyordu, uyurken biri onu dövmüş olmalıydı, ya da çıktığı yüksekten yere düşmüştü. Yanı başında bekleyen babası hemen fark etti uyandığını.
“Nasılsın oğlum?” dedi. Keke-leyerek sadece “Acıyor!” diyebildi çocuk, çok kısık bir sesle. Alnını okşayarak “Geldin ya buraya kadar, buna da şükür, ağrılarının, acılarının hepsi geçecek bir gün” dedi babası.Saat kaçtı, günlerden neydi, hangi ay, hangi yıldı, gece miydi, gündüz müydü, hiçbir fikri yoktu çocuğun. Kilidini açıp dolaptan elbiselerini çıkarttı babası. Özenle giydirdi. Karnına baktı çocuk, “Hâlâ duruyor” dedi içinden. Ağrıyordu. “Haydi, oğlum” dedi babası, “Haydi gidelim artık”, “Yürüyebilecek misin?” diye sordu. Cevap vermeyince kucağına aldı.
Dışarı çıktıklarında hava karanlıktı. Soğuk, keskin ve ta-nıdıktı. Yavaşça merdivenleri çıktılar. “Taksi” diye bağırdı babası. Sohbet yine samimiydi. “Bunları anlatınca hikâye gibi geliyor herkese” dedi babası taksiciye. Garajda indiler. Otobüse bindiler. Yanındaki ca-mın buğusunu zoraki kal-dırabildiği eliyle sildi çocuk. Dışarısı bembeyazdı. Önüne dön-düğünde gözü karşıdaki yanıp sönen kırmızı rakamlara takıldı, acıyordu ve gitmeye az kalmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder