Âciz

Kaya Tokmakçıoğlu

İlaç mı, havagazı mı diye düşünüyorsun. Kavurucu bir ağustos sıcağı, üzerindeki gömleği sırılsıklam yapmış. Pencere aralığından süzülen hafif bir rüzgâr boynundan ayakuçlarına doğru iniyor. Ürperiyorsun. Denize doğru inen sokak boyunca bir adamla bir kadın geçiyor, belki sarhoş. Adama imreniyorsun. Sadece tensel bir istek değil bu. Seni yaşamın boyunca en iyi kadınlar anladığından biraz da. Önce annen, sonra mahallede futbol oynarken kaleye geçirdiğiniz Arzu, üniversite yıllarında Günseli, sen büyüyüp adam olunca Rüya, sonra ve en son tekrar annen. Ama şimdi hiçbiri ortalıklarda yok. 



Erkeklerse bir tür zaman öldürmekti senin için. Mahalleden Ali ve Kemal ile az mı bilye oynadınız. Lisedeki sıra arkadaşın Osman ile türlü muzırlıklar, üniversitede Fuat ile katıldığın gösteri ve yürüyüşler. Bütün hepsini tükettin ve şimdi hayatına girmiş kadınları özlüyorsun. İki parmak kalan rakını fondip yapıp peynir ve kavundan birer çatal alıyorsun. Gözlerin pencereden görülebilen denizin üzerinde. Derin bir oh çekiyorsun. Korkuyorsun. Buralardan gitmek, yıllarını verdiğin, anılarını biriktirdiğin mahallenden uzaklaşmaktan korkuyorsun. Çocukluğunda mahallenin kasabı olan Mıgırdıç Bey aklına geliyor. Hani şu sana sürekli öğütler veren Mıgırdıç Bey. “Buraya bizden sonra sizler sahip çıkacaksınız oğlum” derdi sana hep veya “Okuyup adam olacaksın, örneğin mühendis, doktor, bilemedin avukat”. İkinci öğüdünü tuttun ve mühendis oldun. İlki ise sana göre değildi. Fakültenin koridorlarında kimi zaman bir statik doçentinin, kimi zaman Günseli’nin, kimi zaman da karşıt görüşlülerin peşinden koştun ve sonunda mühendis oldun. Hem de makine mühendisi. Diplomayı aldığın gün annen ve babanın belki de en mutlu günüydü. Baban için artık fabrikanın başına geçmende bir sorun yoktu. Annen ise sana layık bir kadınla evlenmeni istiyordu. İkisi de oldu. Alışkanlıklarla dolu bir hayata böylece adımını attın.
Havagazı kötü kokar diye düşünüyorsun. Gömleğinin düğmelerinin üstten ikisini çözüyorsun. Bir duble daha ama bu seferki sek olmalı illa ki. Ağustos sıcağında denize karşı rakı çok iyi gidiyor. Uzaklardan bir akordeon sesi geliyor. Eski bir Türk tangosu, Şecaattin Tanyerli’nin taş plaklara okuduğundan olmalı. Hani şu Necip Celal Andel’in bestelediği “Sevdim Bir Genç Kadını”. Sahi Günseli en çok bu şarkıyı severdi. Ayaspaşa’daki lokale beraber gider, yaşlı çiftlerin garip bakışları arasında tango dinlerdiniz. Sen utanır, sıkılırdın Günseli’nin mahrem bakışlarından. O, sana bakmaya devam ederdi. Sonra bir gün o da gitti. Daha doğrusu sen gittin. Bir kadına inanmaktan ve güvenmekten korktun.
İyice terlemiş bir durumda boş sokağa bakıyorsun. Duvar saatinin tiktakları seni huzursuz ediyor. Sanki bir kadın eli kafana dizemli bir şekilde vuruyor. Makine parçaları geliyor hemen aklına. “Pes!” diyorsun kendi kendine. Böyle bir durumda bunu düşünebilmene şaşıyorsun. Oturma odasının kapısı gıcırdıyor. Dönüp bakıyorsun, belki bir gelen giden olur diye. Sokak kapısının birden açılıp Rüya’nın “İşte geldim” demesini o kadar isterdin ki. Sonra sana hastayken ıhlamur pişirmesini veya sen işten gelip sayılar ve denklemlerle boğuşurken yanına kıvrılıp kucağında uyumasını, düdüklü tencerede nasıl zeytinyağlı yapılacağını öğretmesini ne kadar çok isterdin. Ama yanlış yaptın. Hayata karşı sağlam duramadın ve bunun cezasını çekeceksin.
Rakının verdiği gevşeklikle derin bir uykuya dalıyorsun. Rüyanda dar bir geçitte koşuyorsun. Sağında ve solunda sana dokunmaya çalışanlar. Karanlıktan kim oldukları anlaşılamıyor. Sesleri de duyulmuyor. Geçidin sonunda bir aydınlık var. Ama yol bitmek bilmiyor. Seni kovalayan sesler geliyor arkandan. İlk olarak Kemal bilye oynamanızı istiyor; sonra Günseli “Bakışlarını benden kaçırma!” diyor. Nefes almakta zorlanıyorsun. Annen de peşine takılanlar arasında ve kendine hiç dikkat etmediğinden şikâyet ediyor. Daha hızlı koşmak istiyorsun ama bacakların buna el vermiyor. Nihayet geçidin sonuna yaklaşıyorsun. Sonsuz bir aydınlık gözlerini kamaştırıyor. Boşluğa düşüyorsun.
Kan ter içindesin. Uzaklardan gelen bekçi düdüğünün sesi ayılmana yardımcı oluyor. Kaykılmış olduğun iskemleden doğruluyorsun. Başın sızlıyor. Yalpalayarak tuvalete gidiyorsun. Gözün ecza dolabını ararken birden yere kapaklanıyorsun. Başın çatlayacak. Elin Apranax kutusuna gidiyor. Havagazı kötü kokar diye düşünmek istiyorsun. Gözyaşların kutunun üzerindeki 550 mg. yazısını ıslatmaya başlıyor. Topu topu üç adet hap var kutuda. Bir tane bile alacak cesaretin yok. Kutuyu fırlatıyorsun sinirinden. Gene başaramamış olmanın verdiği öfkeyle ağlıyorsun, hem de  çok. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder