Berlin Hâlleri

Murat Engin Ünal

Geçtiğimiz Eylül’ün sonu ve Ekim’in başında fakülteden beş arkadaş, bizim okulda bulamayacağımız, yoğunlaştırılmış bir derse katılmak için üç hafta boyunca Berlin’deydik. Ders hafta içi, sabah 9’dan akşam 5 buçuk, 6’ya dek sürmesine ve cumartesi de yarım günümüzü almasına rağmen Berlin’e dair bazı tespitler yapabilecek, kültürlerini ucundan da olsa tanıyabilecek kadar gezdik.
İlk tespitimiz Berlin’de ne kadar çok Türk yaşadığı oldu. Havaalanında uçaktan inişimizden, 3 hafta sonunda tekrar uçağa bindiğimiz ana dek, ne zaman soru soracak danışacak birini arasak etrafımızda mutlaka bir Türk bulabildik. Türkçeyi zor konuşanı konuşamayanı, bıçkın delikanlısı kızı, akademisyeni, manavı, bakkalı yani hayatın her alanından ve tüm yaşam tarzlarından Türkler gördük.

Bir kısmıyla tanışıp sohbet ettik, bir kısmından ise çekindik. Bir kısmı bizim Türk olduğumuzu bilmelerine rağmen, kendilerinin Türk olduklarını bir süre sakladılar. Onların önemli bir kısmı Almanya’da doğmuş büyümüş ve Türkçe konuşmakta zorluk çeken, genelde diğer Almanlarla arkadaşlık eden insanlardı. Bazen de sokakta yürürken ağız dolusu Türkçe küfrün ardı arkasına sıralandığını duyuyor, dönüp baktığımızda bir grup Türk erkeğini fark ediyorduk. İstanbul’da da bıçkınlıkta onlardan geri kalmayacak delikanlılarımız olsa bile, sokakta böylesine rahat yüksek sesle küfürlü konuşanlarına pek rastlamazsınız. Oradaki Türklere dair son tespitim ise pos bıyıklı, güler yüzlü, 30 yıldır Berlin’de yaşayan manava dair. Kısa bir nerelisiniz ne zamandır buradasınız sohbetinden sonra kendisine “Dönmeyi hiç düşünmüyor musunuz?” diye sorduk. Bize Almanya’da insana ne kadar değer verdiklerinden, sağlanan sağlık hizmetlerinin kalitesinden ve diğer sosyal imkânlardan bahsetti. Tüm bunlar Türkiye’de gerçekleşmeden de dönmek istemediğini söyledi. Birçoğumuz pos bıyıklı amcanın söylediklerinin doğru olduğunu biliyor ve bundan da şikâyet ediyoruz zaten. Ancak gene birçoğumuz oralara gitme ve yerleşme imkânı olmasına rağmen gitmiyoruz. Tabi pos bıyıklı amca bizimle aynı konumda değil. O bir kere yerleşmiş oralara ve döndüğünde yiyeceği Almancı damgasını da aklımıza getirip anlamaya çalışıyoruz ama bir yandan da memleketine dönmek isteyemez hale gelen (getirilen) bu sıcak insan için üzülüyoruz.
Gelelim Berlin’deki Berlinlilere. Bu insanlarda bir Akdeniz insanı sıcaklığını arayan hata eder. Berlin’de geçirdiğimiz 3 haftalık kısa sürede dahi, Akdeniz insanlarının sıcaklık ortalamasının, Berlin insanlarının sıcaklık ortalamasından daha yüksek olduğunu söyleyebilmek için yeterli miktarda kanıt toplayabildik. Ancak örneklerimizin bağımsızlığı biraz şüpheli çünkü en çok muhatap olduğumuz Almanlar aynı zamanda matematikçilerdi. Tabii ki az sonra anlatacağım birkaç gözlem, ne Almanlara, ne Berlinlilere ne de matematikçilere genelebilir. Sadece gözümüze batan birkaç olaydan bahsedeceğim. Bizi, ders kapsamında yapılan bir teknik gezide gittiğimiz firmada gezdirmekle görevli olan yetkili (üretim hatları müdürü) oldukça heyecanlıydı. Artık heyecanından mı, bir takım tıbbi rahatsızlıklardan mı yoksa İngilizce konuşmanın verdiği stresten mi bilinmez, akıcı bir şekilde konuşamıyor, bazen yanlış kelimeler seçiyordu. Heyecanlı ama hevesli ve iyi niyetli olan bu insana karşı gelişen tavır biraz rahatsız ediciydi. Bunun dışında ders anlatıcılarından bazıları, kurulmuş saat gibi tam 09:00:00’da derse başlıyorlardı. Dakiklik bir yandan olumlu bir şeydir ancak saniyenin tam 12’yi vurma anını kaçırmamak için sürekli saate bakmadan, daha sıcak ve sınıfla etkileşimli bir şekilde de başarılabilir.
Alexander Platz’da iki Pazar peş peşe gittiğimiz, tam meydanın ortasına kurulan panayır yerinde içki içen ve eğlenen insanlarla karşılaştık. Orta çağ tarzında döşenmiş küçük bir salondan ibaret yapının içinde gene aynı tarzda giyinen garson kızlar servis yapıyor, uzun ve tamamen ahşap masalarda ve sıralarda yan yana oturuluyor, bir litrelik bardaklardan bira içiliyor, hayli sıradan neredeyse askeri ama eğlenceli bir ritimde müzik çalınıyor ve canlı söylenip dans ediliyordu. Genelde orta yaşlı insanların takıldığı bu mekânda, şarkıcı masaların üstüne çıkıyor ve herkes de şarkıya eşlik ediyordu. Bizim alkolün etkisiyle yaptığımız anlamsız danslara eşlik edenler dahi vardı. Herkes ya dans ediyor, ya da bira içiyor (eğer 2 euroluk depozitosundan vazgeçerseniz bu dev bira bardağını çaktırmadan çantanıza atıp götürebilirsiniz) ve sosisli yiyordu. Zaten sosisli ve patates dışında da oraya ait fazla bir yiyecek yoktu. Öyle ki bir kısmımız suşici ve erişteci oldu çıktı.
Berlin çok yeşil bir şehir. Sürekli yağış almasından ve nemden ağaçların hepsi çok büyük. Şehrin tam ortasında “Tier Garten” denen içinde bir hayvanat bahçesi de barındıran büyük bir park var. Bu parkın içinde kayığa binebileceğiniz güzel bir göl ve de rahatsız edilmeden anadan doğma yatıp (tercih eder misiniz orasını bilemem) güneşlenebileceğiniz çayırlar da bulunmakta. Bunun dışında da şehrin çeşitli yerlerinde güzel ağaçlık alanlar var. Birçok bina sarmaşıklarla kaplı ve biz oradayken sonbahar olduğundan bunların hepsi kırmızının bin bir tonuna bürünüp çok güzel görüntüler verebildiklerine de tanık olduk. Şehrin yeşilliği dışında ders aldığımız binanın da bulunduğu Dahlem mahallesinde yollar ve kaldırımlar parke taşlarla kaplı ve etrafın yeşiliyle birleşince çok güzel ve sıcak bir hava yaratıyor. Öyle ki “Dahlemde Sonbahar” isimli bir film çekmeye bile (oyuncu kaprisleri ve yönetmenin acemiliklerinden başarısızlığa uğrasa da) çalıştık. Merkezi yerler daha yapılaşmış ve daha az yeşil. Metro sizi her yere ulaştırıyor. Ama nereye giderseniz gidin, ne kadar uzağa gitmiş olursanız olun, metrodan her çıktığınızda Alexander Platz’daki TV kulesini görebiliyorsunuz. Şehirde savaşın izlerinin de üzerlerinin örtülmediği gözümüze çarpıyor. Bombalanmış bir kilisenin olduğu gibi bırakıldığını, kimi metro istasyonlarında savaş zamanından kalma yıkımı gösteren büyük afişlerin varlığını fark ediyorsunuz. Bunun toplumsal hafıza açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bunların yanı sıra Berlin duvarının yıkılmamış kısımları da barışa dair duvar resimleri ile kaplanmış durumda. İki taraf arasında büyük fark var denmesine rağmen ben çok bir fark göremedim. Bir tek eski adı “Stalinallee” olan, duvar yıkıldıktan sonra ise “Karl-Marx Allee” olarak değiştirilen geniş ve bol ağaçlı, Sovyet tarzı büyük binalarla sınırlanmış caddede farkı hissediyorsunuz. Bir de kimi yaya ışıklarında duran adam ve yürüyen adam şekillerinde farklılıklar gözünüze çarpıyor. Bunlardan sevimli olanı doğu Almanya’da kullanılanlar. Berlin’de ayrıca bir çok müze var. Biz bunlardan “Pergamon” yani Bergama müzesine ve Dahlem Müzesine gittik. Bergama müzesinde Türkiye’den götürülen tarihi yapıların boyutlarına bakıp ağzınızın açık kalmaması mümkün değil. Sadece Türkiye’den değil dünyanın her yerinden devasa surlar, kaleler, kapılar ve çeşit çeşit yapılar sökülüp getirilmiş ve müzeye konmuş. Üstelik müze girişinde aldığınız sesli rehber de burada sahip olunan tüm yapıların sergilenmediğini, bazılarını ebatları nedeniyle sığdıramadıklarını belirtiyor. Hemen Almanları hırsızlıkla suçlamayın. Bizim padişahlardan birisi Alman kralına hediyem olsun diye verivermiş koskoca Bergama tapınağını.
Berlinde geçirdiğimiz üç hafta, gurubun etkisiyle eğlenceli ve ders açısından da çok eğitici oldu. Ama evimizi, İstanbul’u çok özledik. Öyle ki hepimiz uçak biletinin gerçekte olduğundan bir gün öncesinde olduğuna inanmıştık. Bunun olmadığını öğrenince de bir yıkım yaşadık. Gene de Berlin’de geçirdiğimiz süre boyunca, anlatabileceğimiz bir ton olay, mekân ve hikâye biriktirmiştik. Berlin böyle birikimler elde edebileceğiniz, görülmesi gereken bir şehir. Yol arkadaşlarınızı iyi seçmeniz koşuluyla… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder