Birleşmeyen Sözcükler

Umut Gündüz

Bekçi kulübesi daracık. Üç adıma iki adım. Dikkati dağıtıyor diye televizyon, bilgisayar yasak. Sadece radyonun sesi var. İhtiyarların sesinden, eski türküler. Şöyle bir tepeden, sararmış buğday tarlalarına bakarken yahut sevgilinin hayaliyle içilen rakıyla birlikte iyi giden türküler. Ama pencerenin önünde uzanan geniş otoparka bakarken olmuyor. Karanlık da olmasa…
Çalışanların gittiği yönün tersine giden otobüs genelde boş olur. Uyuklayarak gelir evine. İki göz, badanası dökülmüş ev dağınık, kirli, kimsesiz.  Öğle sonuna kadar uyur. Mahalleden tanıdığı birkaç arkadaşının iş çıkışlarında gittiği kahveye uğrar. Oyun oynamadan bir iki çay içer. Yancılarla pek konuşan olmaz. Sıkıcıdırlar. Oyunun heyecanına denk düşmeyen sıradan konulardan söz açarlar. Bunu bildiğinden pek konuşmaz, sessizce bekler. Kahve de çay da çok sevdiği şeyler değil ama akşamüstleri gidebileceği başka bir yer... 

Ne işe gitmek ister ne kahvede kalmak. Eve dönmekse en kötü seçenek. Kahveden çıkıp birkaç otobüs durağını yürüyerek geçip öyle biner otobüse. Kulübe, otobüs, ev, boş kirli kimsesiz ev, kahve, otobüs, kulübe.
 Hayatındaki tekdüzelik, sıkıntı, amaçsızlık rahatsız ediciydi. Ama birkaç gündür, kafasında bir o yana bir bu yana çevirip bir türlü hâle yola koyamadığı bir düşünce yumağı vardı. Kahve gazetesini amaçsızca karıştırırken bir başlık dikkatini çekmişti: Yazar Olmak İstiyorum. Bir öykü. Yazmanın amacı, gelişimi, karşı konulmaz cazibesi üzerine yazılmış öyküyü gazeteden yırtıp cebine koymuş, gece birkaç kez daha okumuştu.
İki gündür kafasını karıştıran soru buydu. Ben de yazabilir miyim?
Hiç değilse denemek için bir tutam kâğıt almıştı işe gelirken. İçinde, derinlerde bir sevinç. Gece daha kolay geçecek sanmıştı. Üstelik ömrünü hiç alamayacağı türden arabaları bekleyerek geçirse bile, işe yarayabilecek bir şeyler yazabileceğini düşünmüştü. Hatta bir an, kitapçı raflarında kendi adını görür gibi oldu.
Etrafın sessizleşmesini heyecanla bekledi. Çıkardı kâğıtları, kalemi aldı. Karşısındaki binaya baktı uzun uzun. Aklından çocukluğu, köyü, annesi geçti. Olmadı. Nesrin’i düşündü. Uzun siyah saçlarını, elmacık kemiklerini, çiçekli eteğini, omzunda çantası geniş adımlarla hızlı hızlı yürüyüşünü. O da olmadı. Yazılacak gibi değil. Neyi anlatacağına, nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyordu.
Aynalı binanın birinci katından yansıyan ay üst katlara gelmişti. Bekçi kulübesinden bakıldığında sağ alt köşeden, sol üste doğru, ısınan tavada usulca kayan tereyağı gibi ilerliyordu.
Ayın izine gözlerini ayırmadan kaç saat baktığını kestiremedi. Gözlerini çevirip bir süre de boş boş, boş kâğıda baktı. Ev, kahvehane, kulübe hızla geçti gözünün önünden. İçindeki sıkıntıyı kusup kirletemedi kâğıdı. Kâğıdın üstünde belli belirsiz gölgeler koşturuyordu. Kalktı, çay koydu.
Gözlerini kapatıp, yoğunlaşmaya çalıştı. Anne, Nesrin, kahve, köy, anne, kulübe, arabalar… Açtı gözünü, hepsi yerli yerindeydi. Arabalar önünde, kahve kapalı, Nesrin kocasının koynunda, anne mezarında. Tekrar kapadı gözlerini, kalemi sıktı. Mezarlık, çıplak tepede sabırla bekleyen mezarlık, Nesrin, ev, boş kirli ev, anne, otobüs, çocuk, Nesrin, çocuk, anne, çaydanlık, çay…
Kaynayan çaydanlığın sesi tüy sesli bir ninenin ninnisi gibi kulaklarından girip, beynine bir tutam afyon savurduktan sonra göz kapaklarını içerden yakalayıp, aşağı doğru çekiştiriyordu.
Uzun süredir hareketsiz duran ayakları uyuştu. İleri doğru olabildiğince uzattı. Gerilen kaslardan yayılan rahatlık yetmeyince dışarı çıktı. Ayaz. Otoparkta birbirinden uzak altı araba, sağlı sollu bir dizi akasya, akasya dallarına tünemiş kargalar. Bunları gözleyen, bekleyen bekçi. Ağır ağır yürüyerek boylamasına iki kere gitti geldi park alanını. Bu gece de bitmek bilmiyordu. Öncekilerden daha sıkıntılı, daha yalnız. Kulübede bekleyen kâğıt kalem almıyordu bekçiyi içeri. Karanlıkta kibritinin ışığı parladı. Bir sigara yakıp gökyüzüne baktı...
Uzun kış geceleri sesini de ışığını aldığı yerden alıyordu sanki. Dipsiz karanlığa cılız ışınlarıyla saldıran ay, uzaklardan gelen motor ve köpek seslerinin de kaynağıymış gibi mağrur, kutlanmayı bekliyordu.
Umutsuzca girdi içeri. Bir bardak çay koydu. Radyoda Ahmed Arif. “Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı”. Sıkıntıyla yazmaya başladı:
“Bekçi kulübesi daracık. Üç adıma iki adım...” 


Resim: Tolga Kaya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder