Yazar Olmak İstiyorum

Tolga Kaya

Fakültedeki odasında oturmuş saatlerdir duvarlara bakıyordu. Kahve ile sigara içmekten başı dönmeye başlamıştı. Hava soğuktu. İstanbul’u kar kaplamıştı. Haberlere bakılırsa karın bir haftadan önce kalkacağı yoktu. Okullar tatil edilmişti. Bunu evden çıkmadan önce bilseydi çok daha iyi olacaktı. Başıboş yürüyüşler için sokağa çıkıp, bol bol düşünmek için hiç de uygun bir gün değildi. Pencereden dışarıya baktı. Rüzgâr biraz olsun dinmiş gibi görünüyordu. Paltosunu giydi, beresini taktı. Başıboş bir yürüyüş için sokağa çıkıp bol bol düşünmeye karar vermişti.
“İnsan neden yazar”, diye soruyordu kendine. Uzun zamandır bir şeyler yazmak istiyordu. Ne var ki, yazacak bir şeyi yoktu. Öyleyse neden bir şeyler yazabilmek için çırpınıp duruyordu? İçinden bir ses, bu sorunun cevabının çok önemli olduğunu söylüyordu. Sanki cevabı bulduğunda yazmak ya da yazmamak gibi bir sorunu kalmayacaktı.
İnsan niçin yazardı? Para kazanmak için mi? Kendini kendine ispat edebilmek için mi? Sevdiği ya da değer verdiği insanların gözünde önemli bir yere gelebilmek için mi? Yazabileceği hiçbir şey ona değer kazandırmazdı ki. Aklından geçenleri insanlara konuşarak da aktarabilirdi. Takdir edilmek için eline kâğıtla kalemi almasına gerek var mıydı? İnsanlarla paylaşamadıklarına gelince, onları yazacak cesareti zaten yoktu. Yazdıkları olsa olsa başına bela açardı. Kaldı ki, yazabileceklerinin para etmeyeceği de ortadaydı. Bu ülkede geçinmek amacıyla yazmaya başlamak için insanın biraz saf olması gerekir diye düşünüyordu.
İnançla başladığı birçok şey yarım kalmıştı. Yine de kendine güveni olmayan bir kadın sayılmazdı. İşlerin göründüğünden genelde on kat daha zor olduğunu anlayabiliyordu. Sonunu getirdiği güzel işler de olmuştu. Nokta koyabilmenin tadına varmıştı. İnsanlara ne kadar yaratıcı, hünerli, zeki biri olduğunu göstermeye çok da hevesi yoktu. Böyle bir şey için gecelerce uykusuz kalmaya değermiş gibi gelmiyordu ona. Yazmak çok zor bir işti. İnsana acı veriyordu. Bir tek cümle için saatlerce kıvranıp, sonra üstünü karalamak insanın her gün katlanabileceği bir şey değildi. Zaten vakti de yoktu.
Sekiz yıldır evliydi. Bir kızı vardı. Kocasını seviyordu. Delicesine âşık olmuştu ona. Hiç yalan söylememişti, hiç aldatmamıştı onu. Ama artık evliydiler. Hayat zordu, sonu gelmez bir yaratıcılıkla her gün yepyeni bir sorunla çıkıyordu karşılarına. Sık sık kavga eder olmuşlardı. Eşine duyduğu sevgiyi Leyla ile Mecnun’unkiyle karşılaştıracak cesareti bulamıyordu artık kendinde. Zaten bir aşkı bir başkasıyla karşılaştırmanın nazik bir davranış olmadığını düşünürdü. Akşamları neşeli bir telaş içinde geçiyordu. Kızıyla vakit geçirmek onu en çok mutlu eden şeylerden biriydi. Gündüzleri ise fakültedeki işinden kafasını kaldırmaya pek zamanı olmuyordu. Çocuğu yuvaya bırak, sınav kâğıtlarını oku, doktora tezini hazırla, hocaların işleriyle uğraş derken, günün nasıl bittiğini anlayamıyordu. Yazmak, yazabilmek, onun için uykusuz geceler demekti. Yine de yazmak istiyordu. Yazacak hiçbir şeyi, vakti, gücü, hatta bir nedeni bile yoktu. Öyleyse neden içi içini yiyordu?
Eskiden beri yazar olmak istiyordu. Ama yalnız kalmak, sefalet içinde sürünmek, yazmanın insana verdiği acılara katlanmak istemiyordu. Rıhtımda paltosuna sarınmış ufka bakan yalnız yazar olmayı hayal etmemişti hiçbir zaman. Gereksiz şeyler yazıp kimsenin bilmediği, okumadığı bir yazar olmaya da razı değildi. Öte yandan, nedense, büyük bir yazar da olmak istemiyordu. Binlerce sayfasını okuduğu, hatta okurken yemeden içmeden kesildiği yazarlardan biri olabileceğini düşünmek bile fazla heyecanlandırmıyordu onu. Sanki sorun başkaydı.
İçinde ya da dışında, geçmişinde ya da muhtemel geleceğinde yazmaya değer bir şey olmamasından korkuyordu belki de. Bir şeyler yazamıyor olması ya da yazacak hiçbir şeyi olmaması pekâlâ sıradan biri, kısacası bir hiç olmasıyla ilgili olabilirdi. Belki de bu düşünceydi onu üzen.
Peki, ne olabilirdi onda? Diğer insanlarda olmayıp da onda olan bir şey gerçekten var mıydı? Bir özellik, bir fikir, bir anı, değişik bir bakış açısı... Ne uzundu ne kısa. Ne çok güzeldi ne çirkin. Güzel bir çocukluk geçirmişti. Fazla maddi sıkıntı çekmemişti. Öyle üstün bir zekâya da sahip değildi. İnsanlar kafasının çalıştığını düşünürdü, ama hepsi o kadar. Çalıştığı derslerde kolayca başarılı olurdu. Yine de, kitabın kapağını kaldırmadan sınavlarda harikalar yaratan, tahtaya kalktığında hocalarını büyüleyen parlak öğrencilerden biri olmamıştı hiçbir zaman.
Herkesin bildiği ama yine de hiç söylenmemiş olanı söylemek istiyordu belki de. Kalmış mıydı gerçekten böyle bir şey? Küçük, şirin, pembe panjurlu bir gerçek kırıntısı. Bütün filmler çekilmiş, bütün ayakkabılar giyilmiş, bütün hikâyeler anlatılmıştı. Daha önce birkaç kez günlük tutma girişimi olmuştu. Sadece hatırlamak için yazılmış yazılardı onlar. Yine de insanın yazmak için bir amacı olması ne kadar da güzeldi. Ne var ki, sıradan bunalımlarını yazmaktan senelerce sıkılmayan günlük bağımlılarından biri olmak istemediğinden adı gibi emindi. O zaman ne istiyordu? İstediği şeyin adını koyamıyordu. Kim bilir belki de bu duygunun adı yoktu… “Benden yazar olmaz”, diye düşündü. “İnsan yazsa yazsa mutlu olmak için yazar, kendine işkence etmek için değil!”.
Ayaklarının ne kadar üşüdüğünü o an fark etti. Kar şiddetini iyice artırmıştı. Adımlarını hızlandırdı. İlk gördüğü kafeye girdi. Bir çay söyledi. Nedense rahatlamış hissediyordu kendini. Benden yazar olmaz! Bu kadar basit işte. Az sonra garson çayını getirdi. Sıcak çaydan bir yudum aldı. İçi ısınmıştı. Sırt çantasını açtı. Biraz kitap okumak istiyordu. Okumak ne kadar güzeldi. Çok yazar vardı, ama iyi okuyucuların sayısı ne kadar da azdı. Kitabını bulmak için çantasını karıştırırken gözüne küçük bir not defteri çarptı. Çıkarıp deftere baktı. Bir kurdele vardı etrafında. En az bir ay önce aldığı, bir türlü okuma fırsatı bulamadığı bir edebiyat dergisiyle birlikte hediye olarak verilmişti bu defter. Kapağında "Yazar Olmak İstiyorum” yazıyordu. Bir an için durdu. Buğulu camdan dışarıya baktı. Geçip giden arabaların arasında tek başına dikilen ağacı gördü. Binalar, insanlar, arabalar yokken, o ağaç oradaydı, biliyordu. Kurdeleyi açtı. O gün ilk kez gülümsüyordu. Çantasından bir de kalem çıkardı. Not defterini açıp boş sayfaya şöyle bir baktıktan sonra, derginin kapağındaki cümleleri yazmaya başladı:
Uzanıyor kaleme ellerim, ruhum yazı olup kâğıtlara akıyor. Yazıyorum… Ardımda bırakmak için değil, yanımda götürmek için. Yazıyorum…
Başkasının cümleleri bile olsa, yazmak güzeldi. 


Resim: Tolga Kaya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder