Merhaba,

Mayıs ayının çağrışımlarına selam veren bir sayıyla karşınızdayız. Mart sayısında “kadın” konusuyla başlattığımız dosya denemesine “emek” konusuyla devam ediyoruz.
Silikozis hastalığından Tekel direnişine, polis şiddetinden güneyde bir bekçi kulübesine kadar uzanan bir dizi konuya dokunduk. Emek dosyası tasarısı, yazı gönderenlerin ellerinde biçimlendi, bu hâli aldı.
Aslında emek konusuyla ilgili dosya herhangi bir ay yapılabilir ve her ay yinelenebilir. Çünkü işçi haklarının gaspı, işçi ölümleri, çocuk işçiler gibi sorunlar her an karşımızda, yanı başımızda. Konuyla ilgili yazmak isteyenler için ne yazık ki sınırsız malzeme var.
Ayın en önemli  gelişmesi, 200 bini aşan insanla dolup taşan Taksim Meydanı, 1 Mayıs. Biz de alandaydık. Daha güzel, daha anlamlı 1 Mayıslar göreceğimizi düşünüyoruz.

26 Mayıs’ta genel grev var. Ayın diğer önemli gelişmesi olması umuduyla.

Tekrar görüşmek üzere.

Kasten Adam Öldürmek

Kaya Tokmakçıoğlu

- … Sonra bıçağı sağ böğrüne sapladım. 
Sesi hafif titriyor. Bunca yılın acısını saniyelere sıkıştırmak müm-künmüş gibi. İsmi Nermin. İlçedeki genelevde çalışıyor. Dar omuzları, önceden iki çocuk taşımış kalçaları ve yıpranmış cildi insanın ilk bakışta onu daha yaşlı zannetmesine sebep. Nadiren gül-düğünde gerçek yaşı ortaya çıkıyor. Üst dişlerini alt dudağına geçirip sağ elini yumruk yaparak konuş-maya devam ediyor.
- Bana orospu dedi. Bana kimse orospu diyemez hâkim bey.
Bir cumartesi öğleden sonrası. İlçedeki genelevin her zamanki sakinliğinden eser yok. Nermin, 103 numarada yere serdiği adamın yanında. Elinde ucundan kan dam-layan sustalı, gözleri boş bakan adama bakıyor. Genelevdekiler çığlık çığlığa. Tepişmeleri duyan Mama Macide odaya girdiğinde karşılaştığı manzara karşısında şu ifadeleri veriyor.

Ölüme Yatanlar


İlker Kayı


Şikâyetin ne? Nefesim daralıyor, öksürüyorum. Ne kadar zamandır var? Baya oldu. Yaş kaç? 32. Sigara içer misin? Yok. Ne iş yaparsın? İşsizim. Konfeksiyonda çalışırdım evvelden.
***
Moda eski(til)mişe rağbet edince, tekstil iş kolları arasında da hızla bu talebe arz yaratmak için bir akım oluşuverdi. Öyle rağbet yağdırdı ki moda, en hızlısından eski(til)miş kot sürülmeliydi piyasaya. Malum, insanlar böyle severdi artık kot pantolonu: Beyazla(tıl)mış.
Peki; nasıl olacak ki bu hızlı üretim? Yalnız hız da yetmez, bir de ucuz olmalı. Maliyet kârın en beter düşmanı. Öyle bir düzenek kurmalı ki seri üretimle bir sürü kot pantolon, birazcık paraya ve emeğe mal olmalı.

Yargılı İnfaz

Ronay Ak

İşte bir infaz daha: “Polis çocuğu alnından vurdu” (bkz. Radikal, 15 nisan).  Haberi okuduktan sonra üzüntü ve kızgınlık içerisinde bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Devlet tarafından polis/güvenlik güçleri sıfatıyla eline silah verilmiş birileri, hammurabi kanunlarını uygular  misali, kendi borusunu öttü-rüyor, can almaya devam ediyor.  Tabi, minareyi çalanlar, kılıfı uydur-makta da başarılılar, savunma ifadeleri hep benzer: “kişi bıçakla mukavemet gösterdi, yaşanan arbedede polisin silahı ateş aldı ve kişi yaralandı (öldü)”. Nedense bu arbedelerde güvenlik güçlerine  (ben onlara “güvensizlik güçleri” demeyi tercih ediyorum)  değil de hep karşı tarafa olan oluyor. Olay yalan/yanlı ifade vermekle de bitmiyor, yargısız infasızı yapanlar ve yandaşları, olayı gören şahitleri de bir şekilde tehdit ederek susturma ve sindirme yoluna gidiyorlar.

Akşamüstü

Aslı Umut İbikli

Köprüyü geçip Tarlabaşı Bulvarı’na gelince trafik sıkışıyor. Rampayı karıncalarla aynı hızda tırmanıyoruz neredeyse. Bir an önce işe gitmek istiyorum, hatta geç de kalacağım kesin ama taksinin içinde oturmaktan başka yapacak bir şey yok. Fakat başka bir zaman İstanbul trafiğine lanet okutacak olan bu durum, Haliç’ten yavaş yavaş batan güneşin eşsiz manzarasını seyretme imkânı sağladığı için hiç de rahatsız etmeyen bir hâle dönüşüyor benim için. Kırmızılı-turunculu güneş o kadar kocaman, o kadar kocaman  ve o kadar yakın ki, sanki yanımdaki boşlukta oturmakta. 10 dakikada bir 1 metre ilerlediğimize göre taksiciye “1 dakika, hemen geliyorum.” diyebilir, adamın “Deli mi ne?” diyecek olan muhtemel şaşkın bakışlarına aldır-mayarak karşı şeride geçip iki kare günbatımı fotoğrafı çekebilir ve geri dönüp tekrar arka koltuktaki yerimi alabilirim. Neyse… Bu deliliği biraz erteleyip normal insanlar gibi davranayım şimdilik… Nasıl olsa daha çok olur bu manzaradan.

Karanlığın İçinden Yükselirken

Öner Temur - İsmail Çeçen

 Sisten göz gözü görmüyordu. Yüreğinde yanan ateşin üstüne soğuk gözyaşı damlaları düşü-yordu. İlginçti, üşümüyordu. Böyle devam edebilirdi. Bu durum ona, tuhaf bir keyif de vermiyor değildi. Ama nasıl kurtulacağını bilmesi gerekiyordu, zira fark etmesi gereken mesaj buydu. Bu ikilemler düzleminde feryatlarla dolu yüreği, beyninin kölesi olan ayaklarına hükmedemiyordu. Fütursuzca mı hareket etmeliydi bilemiyordu.              - Ayaklarım, dedi. Beynimin hükümdarlığını devrediyorum size, nereye gittiğinizi sormayın bana.
Ayaklar yola koyuldu. Adımlarının aceleciliği dışarıdan bakanlar için yağmurdandı, kendine göre ise o kendinden kaçıyordu. Kendini aramıştı çoğu zaman ve sonunda bulmuştu da. Her şeyin tam olmadığı yarım yamalak bir yaşamda en azından kendi tam olmalıydı. Ama hayır olmamıştı, o da yarım kalmıştı… Çaresiz, umarsızca yürüyordu yollarda, varacağı yeri bilmiyordu ve bu yüzdendi gittiği yerin öneminin olmayışı.


ÖSS = İnternet ya da Emniyet

Sel Yoldaş Akar


Her işini son ana bırakan insanlardansanız hep aksilikler ve kuyruklar ile mücadeleyle geçer son anlar. ÖSS’ye girme konusunda tecrübeli olduğum için –ki sanırım benim girdiğim sınavların sayısı bir basket takımının sahadaki oyuncu sayısını geçti ve yüce ÖSYM bu çabamı herhangi bir şekilde ödüllendirmezse yakında futbol takımı da oluşturacağım- her yıl sınav başvurusu yaptığımda sınav içeriği ve başvurusuyla ilgili birtakım değişiklikler olduğunu görüyorum (Bu arada ilk sınava girdiğim senenin ÖSYM başkanı ölmüş, gazetede okudum ölüm haberini. Çelenk yollamadım. Hakkımı da helal etmiş değilim) ve ben bu değişikliği son anda öğrendiğim için telaşım bir kat daha artar. Çalışarak okumak kolay değil. Sanırım ben okumak için çalışarak emekli olan ilk insan olacağım ancak yatırılmayan sigorta primlerim var.

Beyaz Yakalı Yabancılaşma

Ayşe Orbay Kaya

 Elime kağıt kalem alıp yazmayalı ne kadar çok zaman oldu. Eskiden neden yazardım, yazmayı neden severdim, hiç bir fikrim yok şu anda. Ama herhalde her yazının ortak noktası yazarının yalnız olması. Ben de şu anda Beşiktaş'ta, iskeleye yakın bir büfede yalnız oturmak ve otuz dakikadan fazla süre geçirmek zorundayım. Yıllardır hayal ettiğim bir durum aslında.
Ümraniye'de bir binanın zemin katında kısılı kalmış dakikaları sayarken hep Beşiktaş'ta olmayı düşledim. Yıllarca... Önce o binanın dışında olmayı, sonra Beşiktaş’ta olmayı, sonra Beşik-taş’ta deniz kenarında çay içiyor olmayı. Hayat, şanslı bir azınlık dışında, hiç tanımadığın insanlar arasında bir binada tıkılı kalmayı zorunlu kılıyor. Eğer eğitim hayatında yeteri kadar acı çekmiş ve ayrıcalık kazanmışsan, en fazla bir binadan çıkıp diğerinde hapsolmayı seçme özgürlüğünü elde ediyorsun.

Okyanusa Uzanan Boşluk

Pınar Özcanlı

 Aslında onunla tanışmam daha önce bir zamana rastlar. Her şeyin farkında olmama rağmen hiçbir şeyin farkına varmıyormuş gibi yaşıyordum. O gün hangi sinirle çıktıysam evden, merdivende çözülen bağcıklarıma takılıp düşmüş, sonra kimbilir hangi düşüş açısı beni betona ittiyse, dizimde bir çizik belirmişti. Günler ne kadar aksiydi. Önümde buz kesmiş bir soğuk değil, günlerce içimizi mahveden, suratımda kırmızı izler bırakan bir sıcak vardı. Sarıyı sevmediğimi fark etmem, alerjim yüzünden güneşe bakamadığım günlere rastlar. 

Günahların Bekçisi

Nilüfer Çifçi     

  Birçok şehrin lojmanlarına, pazaryerlerine, kırlarına yayıldı çocukluğum. Birçoğunun da kapısını araladım. Kimi dağ yamacında, kimi ırmak ağzında, kimi de bir ovanın göğsünde sessizce yazgısına boyun eğen ama her birinin kendine has sedası olduğuna inandığım istasyonlardı. Bazılarını çok sevdim, içim içime sığmadı “işte burada yüzlerce yıl yaşanır” diye ünlemek geldi. Çarşılarında kapı önlerine attıkları sehpaların etrafına sıralanmış minicik hasır taburelere sığışıp tavla oynayan, zar tuttukları için birbirine takılan esnaflarıyla tanışmak istedim. Çocuk olasım geldi. Çember çevirip bayramlarda koca bir torbayla tüm mahalleyi dolaşmak şeker mendil çorap toplamak istedim. Bazılarında da gözümü ufuk çizgisine dikip beni kurtaracak treni bekleyip durdum.

Yüzünde Bir Yer

Yazar: Sema Kaygusuz
 “Yüzünde Bir Yer”, Sema Kaygusuz’un ikinci ve son romanı. Öykülerinde ve ilk romanında hissedilen okuyucuyu kurduğu dünyanın hemen içine çeken, etrafını saran dil bu eserde de hissediliyor. Dersim sürgünü bir babaanneden yola çıkarak, politik tezlerle ahkâm kesmeden, Hızır ve incir ağacı’na dair mitlerle örülü bir anlatıyla, bir kuşağın acılarının, pişmanlıklarının diğer kuşağa nasıl yabancılaşma, suskunluk ve suçluluk olarak taşındığı anlatılıyor. Kendine seslenen, kendini sorgulayan tonda yazılmış bu roman, okuyucuyu da aktarılan bu hislerle nasıl yaşandığı sorusunu sorgulamaya itiyor.

L’affaire FareWell (Elveda)

Yönetmen: Christian Carion
“L’affaire FareWell (Elveda)” bu seneki İstanbul Film Festivali’nde gösterilen filmlerden biri.  2009 yapımı filmin yönetmeni Christian Carion. Emir Kusturica’nın başrol oyuncusu olduğu film, 80’li yılların başında  SSCB’de geçiyor ve bir KGB subayının, Sovyetlerin komünist rejiminin yıkılmasını sağlamak için, Fransız bir mühendis aracılığıyla ABD’nin yakın müttefiki Fransa’ya önemli bilgiler sızdırması ile gelişen olayları anlatıyor. Filmin sonunda, kendinizi fillerin savaşında ezilen çimenler gibi ve/veya başkaları tarafından kurgulanmış ve yönetilen bir oyunun herşeyden habersiz bir piyonu gibi hissetmeniz olası. İzlenmeye değer..

El Secreto De Sus Ojos (Gözlerindeki Sır)

Yönetmen: Juan José Campanella
 Yeni emekli bir sorgu müfettişi, yaşıtlarının aksine emekliliğinde vaktini bahçe işleriyle meşgul olarak değil, bir roman yazarak geçirmeye karar verir. 25 yıl öncesinde yaşanan bir davayı konu ettiği romanı, ona anılarını ve geçmişinde bıraktığı kişileri yeniden hatırlatır. Gözlerindeki sır, bazı şeylerin asla unutulmadığını ve değişen herşeye rağmen değişmeyen tutkularımıza dair bir film. Yönetmen Juan José Campanella, polisiye türü için özgün sayılabilecek bir kurguyla, bir sonraki sahnenin ne olacağını sezdirmeden, izleyiciye hem  sessiz, karanlık ve mahrem bir odayı, hem de hınca hınç dolu bir stadyumu aynı incelikle sunuyor. Filmin mekanları kadar, karakterler arasındaki gündelik espriler, şakalaşmalar ve 70’ler Arjantin’in politik atmosferi hikayeyi zenginleştiriyor. Filmin, bu yıl en iyi yabancı film oscarını da aldığını hatırlatayım.