Merhaba


Yeni yılda, yeni dostlarla birlikte karşınıza çıkmanın mutluluğu içerisindeyiz. Bu sayımızda içerik olarak bambaşka konulara yer verme şansı bulabildiysek eğer, bunu, kâh kapımıza tık tık vurup ‘Bir çekmece alabilir miyim?’ diyen sürpriz takipçilerimize, kâh şehir dışında olup adresini vermek suretiyle bizi kendilerine, biz var oldukça bağlama sözü verenlere borçluyuz. Sevilmek güzel şey de, sevilip içimizde yer alma coşkusu uyandırmak daha da güzel a dostlar! Her sayıda tüm güzelliklerinizi bize sunmaya devam edin, devam edin ki, yeni yılda yeni umutlarla ‘Çekenlerimiz her daim bol olsun!’...

Aysel Abla’ya

Fatma İnce
Ama sen farklıydın Aysel Abla...”
Sana, senin hayatına dair çok az şey biliyorum. Öğretmenmişsin eskiden. Seni tanıdığımda İTÜ çalışanıydın. Malum sebeple darbe sonrası öğretmenlikten uzaklaştırılmışsın. 1994 yılında, seni tanıdığım günlerde Eğitim-Sen Üniversiteler Şubesi başkanıydın. Üniversite öğrencileri olarak uğrardık şubeye. Etrafında diğer İTÜ çalışanları da vardı ama sen farklıydın Aysel Abla. Duruşun daha bir asildi sanki. Olgun, sakin… Hayatı güzellemesini öğrenmiştik o zamanlar, bir insanı güzellemesini. Biz senin -bir iki kişi- uzaktan hayranındık. Zor değil miydi insanları ikna etmek? Biliyorsun, biz en çok birbirimizi yorarız. Sendika başkanı olmak kolay mıydı? Egolar arasında uyumu nasıl sağlardın? Rekabetin kızgın olduğu bir ortamda ve oyunun kurallarının bence senin karakterine uymadığı yerde nasıl üretken oluyordun? Ve nasıl başarılı oluyordun? Hala sorsam senin İTÜ’deki dönemini, arkadaşlar gözleri parlayarak, seni ve yaptıklarını büyük bir heyecanla anlatırlar. Sendikaların yasaklı olduğu, en ufak hak alma eyleminin engellendiği dönemde yaşatmıştın bunları.

Sardunya

Didem Çınar

Yolculuğun bitmesine daha çok var. Buraya kadar her şey çok güzeldi… Yollar, şehirler, insanlar… Nereden çıktı bu arkadaşı ziyaret etme fikri? Aile sohbetleri, kasılıp kalan yüzler, toparlanamayan cümleler, kendini anlatma, karşındakini anlama telaşı… Olacak iş miydi şimdi bu?
Havaalanında Salvatore’nin bizi almasını bekliyoruz. Salvatore Sardunyalı, başka bir ifadeyle de içimdeki sıkıntının başkahramanı. İtalya’nın batısındaki bu küçük olmayan adayı bize Salvatore gezdirecekmiş. Ve Salvatore gelir, yanında kuzeniyle…Kuzeni, sonraki iki gün boyunca karşılaştığımız ve tanıştığımız diğer Sardunyalılar gibi, İngilizce bilmiyor. Biz de tek kelime İtalyanca bilmiyoruz ve Salvatore sonraki iki gün boyunca yapacağı işe başlıyor, çevirmenlik. 

Kumyaka’da Erken Uyanmak

             Ümit Şenesen

Bomboş kayık iskelesinin
Ekim ıslağı tahtaları
Ay mı, güneş mi belirsiz
Bir ışıkta kuruyorlardı.

Deniz öyle durgundu ki
Minnacık dalga yavruları
Sabahı uyandırmamak için
Kıyıya sessizce vuruyorlardı.

Ta uzakta iki tekne,
—iki umut kırıntısı—
Sanki suyun yüzünde değil
Boşlukta asılı duruyorlardı.

11 Ekim 1981

Solidão (Yalnızlık)

Pınar Dursun

Oyalı perdeleriyle, balkonlarında asılı çamaşırlarıyla seni kendine ait hissettiriyor, küçük mütevazı Portekiz evleri. Başka bir ülkede yaşıyor olmanın farkındalığı, sokakta kestane satan teyzeyi mahallendeki komşu teyzeye benzetmene engel olamıyor. Kafelerde dev ekran karşısında futbol maçı izleyen kalabalığın bizden tek eksik yanı çay yerine kahve içiyor olmaları sanki. Bazen başka bir ülkede olduğunu unutuyorsun. Yolculuk yaparken için geçiyor mesela, başını camına usulca yasladığın otobüs, yol kenarı boyunca uzanan ve lezzetli Portekiz şaraplarının kaynağı olan üzüm bağlarıyla yarışıyor sen uyanmaya çalışırken. Ve o mahmurlukla kendini bir an Ege’nin kıvrımlarında hissediyorsun. Yılın her günü için farklı şekilde pişirdikleri okyanus balığından bahsediyorlar, yüzünde bir tebessüm ve aklında Karadeniz hikâyeleri ile dinliyorsun, şaşırmadan.


Yelken

Cumhur Ekinci
Sabahın altısı
Erken
Büyük çarşaf serili
Billur, tatlı mavi
Ne güzel gülümsüyor
Güneşin gözleri
Oysa hüzünlüydüler
Dün akşam usulca kapanırken
Kaldırıma uzanmış birkaç
                            sokak köpeği
Ve dostları düzenli dalgacıklar
Kâh mahzun kâh mahcup
Okuyor hisleri

Çok direkli bir yelken
Tüm arta kalan
Kriptolu geceden
İyi seyirler kaptan
Tente açık kalsın
Rüzgâr karayelken
İstanbul, 2008

Sevgili okurum, ben burada mıyım acaba?

Kaya Tokmakçıoğlu

 Kelimeler dostlarım, bazı anlamlara gelmiyor. Kafamın cam kırıklarıyla dolu olduğunu bile bile, Akaretler Yokuşu’ndan yukarı yürüyorum. Soğuk bir kış akşamı, tarihlerden bilmem ne Kasım 2009 ve günlerden Cuma. Albayımı gecekonduda bırakmış olmanın verdiği huzursuzluk içimde. Gel gör ki sizler varsınız. Hâlbuki ben bundan yıllar önce (sahiden yıllar önce miydi) insanlığın öldüğünü iddia etmiştim. Ne değişti ki dersiniz? Arkamdan esen rüzgâr paltomun yakasını dikleştirmemi öğütlüyor. Kafamda gene aynı şapka, hani şu sizin beni Sirkeci’de, ellerim paltomun cebinde gördüğünüz fotoğraftaki şapka. Yokuşun sonunda sağda bir tabelanın üzerinde İşletme Fakültesi yazıyor. Sahi benim zamanımda elektrik mühendisi yetiştirilirdi bu binada. Elektrik yüksek mühendisleri de Gümüşsuyu’nda okurlardı galiba. Giriş kapısında iki kızcağız bilet kesiyor. Koçanların üzerinde Tehlikeli Oyunlar yazıyor. Binaya adımımı atmaya çalışıyorum.

AVM

      Nilüfer Türkmen

Her şey bir kasım sabahı başladı. Başları kasklı adamlar arsayı ölçüp biçmeye başladığında güneş henüz belini doğrultup başını kaldırmamıştı. Minik taşların kedidili gibi pütürlü hale getirdiği arsa tozumaya başlamamıştı. Etraftaki derme çatma kağir binalar, çeşitli makine parçaları döken torna atölyeleri de uyanmamıştı. Bu resmi tamamen içine alan adanın güneyindeki yılan kavi yolun sinir bozucu vınlaması dışında kentin uykuda olduğu söylenebilir aslında.
Arsa zapt edildi. Çocukların çember çevirip bisiklete bindiği, kadınların inatçı kilolardan kurtulmak için sabah erkenden yürüyüş parkuru olarak kullandığı bu alan, bir anda elinde aydınger kâğıt üzerine çizilmiş krokiler bulunan adamlar tarafından ölçülüp biçilmeye başladı. Bu öncü kuvveti dev tekerlekleri, ahtapot gibi kollarıyla vinçler greyderler takip etti. Toprağın yüzünü kazıdıklarında toza dönen çığlıklar, arsayı çepeçevre saran çitin hemen berisindeki çelimsiz kavaklarla servilerin üzerine kondu. Yüzü gözü toz içinde can çekişen ağaçlar, yıpranmış ucuz plastik bitkilere dönüp donakaldılar.

On Beş Dakika

Tolga Kaya

Sadece on beş dakikamız var.
Ne kadar az değil mi? Sarılmaya, el ele vermeye, doya doya vedalaşmaya, güneşe, dalgalara, birbirimize bakmaya, ölmeye...
Sadece on beş dakika.
Kimimiz yedi yaşında, kimimiz yetmiş. Kimimiz genceciğiz, kız oğlan kız, ergenlik şehrinden belki daha dün geçmiş. Kimimiz bebeğiz, meme demeyi, mama istemeyi, gönlümüzden geçeni dilimizde döndürmeyi yeni öğrenmiş. Hiçbirimiz yaşadıklarının kıymetini bilmemiş. Vurmuşuz, kırmışız, üzmüşüz birbirimizi, çalmışız, çırpmışız, kaçmış kovalamışız. Hep bir şeylere kızmışız, kaderimize küsmüşüz. Az gelmiş hayat bize. Bir şeylerimiz eksik olmuş hep. Bebeksek annemizi, âşıksak sevgilimizi, açsak ekmeği, susuzsak parayı, şansı, başarıyı, gücü özlemişiz. Hiçbir zaman yetmemiş. Daha çok istemişiz. Terlemişiz. İstedikçe fakirleşmişiz. Ruhumuz isteyip alamamaktan solmuş. Kuyularımız kururken susuzluklar kanatlanıp sonsuza uçmuş.
Şimdiyse susuyoruz. Nerede hata yaptığımızdan bihaber, bekliyoruz.